Modern ifade özgürlüğünün antik çağdaki kökleri ‘parrhesia’ ve ‘isegoria’ kavramları M.Ö 6’ncı yüzyılın sonlarında Atina demokrasisinin temelini oluşturuyordu.
“İsegoria”, her Atina yurrtaşının konuşma eşitliğine ve meclise hitap etme hakkına sahip olmasını ifade ediyordu. Protokal görevlisi, ‘Meclise kim hitap etmek ister?’ diye bağırıyor ve söz hakkı isteyenin kim olduğuna bakmaksızın söz sırası veriyordu. Elbette ki konuşma hakkına sahip olmak yeterli değildi, düşüncesini her türlü utançtan ve cezadan asade dile getirme hakkına sahip olmak da önemliydi. Ama ondan da önemlisi, doğruyu söyleyebilme cesareti erdemine sahip olmaktı…
İşte “Parrhesia”kavramı, konuşan açısından, “dile getirmesi, çıkarma, güvenliğine, ikbal ve istikbaline aykırı geliışmelere, baskılara, bedellere, kınanmaya yol açacaksa bile hakkikati yine söyleme cesareti” anlamına geliyor. ‘Perrhesia’ sözcüğüne ilk kez eserlerinde karşılaştığımız Euripides, Fenikeli Kadınlar adlı oyununda, ‘Fikrini konuşmayan herkes köledir“ diye yazacaktı.
Perrhesia’nın en ileri düzeyine ise her türlü otoriteyi ve statüyü hor gören kinik felsefenin takipçileri ulaşacaktı. Özellikle de Platon’un hakkında ‘kafayı sıyırmış bir Sokrates’ nitelemesi yapacağı Diyojen ve öğrencileri, muktedirleri, zenginler, asiller, makam düşkünleri, din adamları ve ortalama toplum için adeta bir baş belası olacak ölçüde bu özgürlüğü kullandılar. Otaoriteye karşı gerçeği veya düşündüğünü konuşma özgürlüğü sayesinde, Atina, Diyojen gibi eksantrikler de dahil birçok dev düşünürün ya doğup yaşadığı ya da bir süre yaşadığı bir yer oldu. Sokrates’ten, Sofokles’e, Öklid, Perikles ve Euripides’ten Plato’ya kadar etkileri çağlar boyunca sürecek çok sayıda filozof, devlet adamı, yazar, bu iklim sayesinde olgunluklarına erişti. Tragedya ve komedya bu coğrafyada ilk mükemmel formlarına sahip oldu. Hicivle (kişi, kurum, veya toplumu alaylı tarzda) eleştiri, kamusal yaşamın parçası oldu.
*
Yolumuza Romalılarla devam edersek; M.Ö 6’ncı yüzyılın sonlarında Atina demokrasisinin temelleri atılırken, Romalılar da tiranlarına baş kaldırarak yıktıkları Roma Krallığı yerine Roma Cumhuritini kuruyordı. Roma Cumhuriyeti de bütün gelişimini ve parıltısını, tıpkı Atina demokrasisi gibi özgürlük iklimi sayesinde kazandı. Roma Cumhuriyetinin dayandığı iki konsept ise “Libertas” ve “respublica” kavramlarıydı.
Libertas, Roma vatandaşlarının, en başta da şehir meydanı olan ‘forum’larda, başlarına bir şey geleceğinden korkmadan düşündüklerini konuşaabilmesine olanak veriyordu. Respublica ise, yönetimi, ‘kamusal iş’ yani ‘herkesin işi’ haline getirerek, herkese, devlet işleri hakkında konuşma, eleştirme, belli derecelerde denetim yapma imkanı veriyordu. Devlet işinin hüküdarın şahsi işi (res privata) olduğu Roma Krallığına baş kaldırıp yıkarak bu cumhuriyeti kurmuşlardı. Devletin en yetkili ismi de olsa kimse kanundan üstün olamaz temeline dayanan ve insan haysiyetine en uygun yöntem olan ‘republic (cumhuriyet)’ fikrini insan uygarlığına kazandıracaktı.
Roma Cumhuriyetinde ifade özgürlüğünün boyutu öyle büyüktü ki, günümüz modern ordularına egemen disiplin anlayışının aksine Roma askerleri bile açıkça politik konuşmalar yapma, kararları ve emirleri tartışma konuşmaları yapabilme hakkına sahipti. Tarihte belki de hiçbir devletin vatandaşları, Roma Cumhuriyeti vatandaşlarının kendi devletlerini eleştirdiği kadar da eleştirmedi. Kendi devletini eleştirmek, açıkların, hataların, suistimallerin ısrarla üzerine gitmek, bir devleti yıpratmaz aksine tamir eder. Ve gerçek vatanseverlik de budur. İngiliz filozof G.K. Chesterton, 20’nci yüzyılın ilk çeyreğindeki ‘vatanseverlik’ tartışmaları sırasında, “Vatandaşları, Roma’yı kusursuz ve büyük olduğunu düşündükleri için sevmiyordu. Roma, kendisini kusursuz ve mükemmel bulmayan insanları onu sevdiği için büyüktü” sözüyle bunu vurguluyordu.
Ve nihatinde Cumhuriyet bu özgürlük ve eleştiri konseptleriyle, Romalılara, daha antik çağda, Avrupalıların bir daha ancak 19’ncu yüzyılın ikinci yarasında kavuşabilecekleri modern düzeye bir yaşam kalitesi sağlayacaktı.
*
Bugün evrensel ölçekte ifade özgürlüğü dendiğinde aklımıza ilk gelen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 1976 tarihli ‘Handyside kararı’ dır. Bu ünlü karar şöyle:
“İfade özgürlüğü sadece hoşa giden düşünceler için değil, ‘devleti ve toplumun herhangi bir kesimini inciten, şoke eden ya da rahatsız eden’ görüşler için de geçerlidir. Bu durum çoğulculuk, hoşgörü ve açık görüşlülük temelinde söz konusudur.”
Handyside kararı, “Bu değerlendirmeler, toplumun bir bölümünü rahatsız edici nitelikte olabilir. Ancak unutulmaması gerekir ki ifade özgürlüğü, çoğunluk gibi düşünmeme, kurulu düzeni sorgulama, hatta eleştirme hakkını da kapsar” diyor.
Ancak ne yazık ki, Anayasa’mınzın 90. maddesinin son fıkrası gereğince bizim hukukumuzun da üzerinde sayılan bu karar, Türkiye’de henüz varlığı kanıtlamış değil. Bizde hoşgörü yok… Anlayış yok… Saygı, nezaket yok… Eleştiri kültürü yok… Bizler ya susup oturuyoruz. Ya da ayrıştırıcı söylemlerin havada dolaştığı kavlarla bağırıp çağırıyoruz.
Hatay’lı, Reyhanlı doğumlu hemşehirlimiz Cemil Meriç’in Hilmi Ziya Ülken için söylediği şu sözler; aslında bir eleştirmen aydında bulunması ve bulunmaması gereken vasıflara işaret eder. Meselâ der ki: “Hangi haksızlığa dur dur diye haykırdı?” Demek ki eleştiren, haksızlığa dur diyebilendir. Der ki; “Maziye ihanet etti, istikbali kuramadı.” Demek ki eleştiren mazisine ihanet etmeyecek, gelecek inşa etmeye çalışacaktır. Der ki; “Yetmiş yıllık hayatında tek kavga yoktur. Hiçbir soyguna katılmadı, doğru. Ama, kırk haramilerin bahşişleri ve sadakalarıyla yaşamadığını ileri sürebilir miyiz?” Demek ki eleştien gerektiğinde kavga edecektir. Soyguna katılmamak yetmez, kırk haramilerin bahşiş ve sadakalarını da reddetmelidir. Ve sonunda şunu söyler: “Bir çağın kurbanı oldu, çağın ve kendi zaaflarının”. Demek ki eleştirmen, çağın ve kendi zaaflarının kurbanı olmamalıdır…
Evet, ne yazık ki bu vasıfları bizim İslamci aydınlarımızda göremiyoruz. Türkiye’de dindar entelektüellerde gözlemlediğim -aslında dindar kitlenin ana sorunlarından biridir bu- haksızlıklara veya yanlış uygulamalara karşı ‘içeriden eleştiri’ye yanaşmamaları, hatta elde edilen konumu, iktidarı korumak için yer yer yanlışı dahi savunur hâle gelmeleridir. Edilgenlik, suskunluk, bir tür kabul, elde edilen imkânları koruma, âdeta hakikat ve adalet arayışının/ amacının önüne geçmiş durumda.
Bunda elde edilen konumu kaybetme veya geçmişteki baskılara tekrar maruz kalma korkusunun bir rolü elbette vardır. Ama özeleştiri yokluğunu sadece bu korkulara bağlamak eksik bence. Dindar kitlede bir mesele dini kisveye büründüğünde veya toplumda dini/mülki bir âmir tarafından dile getirilince pek sorgulanmaz, genelde söylenene sorgulanmaksızın tâbi olunur. Dolayısıyla dinî veya idarî/mülkî ‘muteberler’in Müslüman kitle üzerinde epeyce etkili olduğu bir vâkıadır. Bir de Osmanlıdan beri gelen bir gelenek var sanırım: Yahya Kemal’in “Siyasi Hikâyeler” adlı eserindeki “Damad Mehmed Paşa” başlıklı yazısında dediği üzere devlet bizde ‘uslu ve uysal bende’ler, yani Sükûtî Mehmed Paşa gibi susan, sorgulamayan, tâbi olan vatandaş istiyor, eğitim politikası bunun üzerine kurulu. Oysa Baki’nin vasfettiği üzere “Ferman-ı aşk’a, -biz buna Hakikat’e diyelim- canı ile bağlı olan bir mümin, edanîye/ alçaklığa, haksızlığa, yolsuzluğa karşı susmaz, gücün, makamın altınla süslü bastonuna dayanmaz!.. “Baş eğmezüz edâniye dünyâ-yı dûn içün” mısraı bu itibarla müminin ana vasfıdır.
Ama yok! Tarihsel korkular, elde edilen konumu muhafaza isteği ya da mevki ve makam arzusu, inançlı kitleyi -sadece inançlı kitleyi değil o büyük halk kitlesini de- Hakikat aşkından, o ‘soylu isyan’ duygusundan, sorgulamadan, eleştiriden uzaklaştırıyor.
*
Bütün bunları son günlerde TBMM kürsüsünde yaşanan Saadet Partisi milletvekili Hasan Bitmez’in trajik ölüm sahnesini izlerken düşündüm. Eğitim dünyasının gelmiş geçmiş en etkilyeci kayramanlarından Brezilyalı Paulo Freire’in “Eleştirel Bilinç İçin Eğitim” (Çev. Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı, 2021) adlı kitabında, Brezilya gibi kapalı toplumlarda, elit üst tabakanın yönetme, halkın ise sadece onları takip etme ve denilenlere uyma görevi olduğunu söylüyor. Bence Türkiye’de de dindar halk üzerinde, onları kitleselleştiren, aynîleştiren, böylece eleştirel zihniyetin gelişmesine engel olan bir elit dinî/ mülkî, idarî tabaka var. Bu tabaka, nispeten söz konusu kitleyi “hareketsiz ve sessiz” tutuyor.
Ama en tehlikelisi, bu “hareketsiz ve sessiz”, eleştirel şuurdan giderek uzaklaşan kitlenin – geçenlerde meclis kürsüsünde yaşana elim bir hadisede görüldüğü gibi – sekter bir bataklığın içine düşmesi, hatta kendi durumunun dahi farkında olamaması…
İzlemişsinizdir; Saadet Partisi Kocaeli Milletvekili Hasan Bitmez 12 Aralık 2023 salı günkü Meclis birleşimindeki butçe görüşmelerinde, Gazze’de on binlerce ölen çocuğun ve Müslümanın hakkını arıyan konuşması sırasında iktidar partisi milletvekillerinin sözlü saldırıları arasında güçlükle konuşuyor. Meclis kürsüsünden konuşma esnasında canıyla cedelleştiği, zorlandığı, yaşam savaşı verdiği de çok belliydi. Enteresan olanı son ana kadar doğruyu söylemekteki ısrarıydı. AKP’nin uluorta İsrail’e sövüp, Filistinlilerin haklarını da savunur görünürken, Siyonist devlete el altından gemiler dolusu cephane, silah ve malzeme göndermesini eleştirmiş; böyle devam ettikleri takdirde Allah’ın gazabına uğrayacaklarını söylemişti. Hasan Bitmez, bu sözleri söyledikten sonra kalp krizi geçirerek olduğu yere yığılırken AKP sıralarından şu karşılık gelmişti: “Allah’ın gazabı böyle olur işte !”
Özellikle AKP milletvekillerinin canlı yayınlanan TBMM Genel Kurulu toplantılarında “yüksek yerlere görünmek”, onları oraya getirenin gözüne girmek için abartılı müdahalelerde bulundukları bilinir ama o gün bu müdahale aralıksız sürdü. AKP milletvekillerinin kendileriyle aynı siyasi kökenden gelen Saadet Partililerin milli iradeyi temsil eden eleştirilerine hiç tahammülü yok. Sağ, muhafazakâr, İslamcı seçmene hangi mesajların, ne şekilde ulaşacağını bilen ve hassas sinir uçlarını ustaca harekete geçirebilen Saadet milletvekillerinin eleştirileri her zaman AKP Grubu’nun tansiyonunu yükseltiyor. O gün de öyle oldu…
Hasan Bitmez’in başına gelenlerin Tanrı’nın gazabı olduğunu düşünebilirsiniz. Ama o zaman da bir soru kalıyor geriye: Tanrı’nın gazabı neden bu ikiyüzlülüğü yapana yönelmiyor da sahteciliği ortaya serenlerin başına patlıyor?
Çürümüşlüğün hışmının asıl sorumluların üzerine yoğunlaşmaması kimseyi aldatmasın, hışmın eninde sonunda dönüp doğru adresi bulacağından kimsenin kuşkusu olmasın.
Tanrı’nın gazabını saptırmanın, Tanrı’yı Tanrı’yla ilanihaye aldatmanın imkânı yoktur.
Doğru çıkışıyla bu ikiyüzlülüğü ortaya çıkaran Hasan Bitmez’e Allah’tan rahmet diliyorum…
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Bordeaux, Cumartesi 23 Aralık 2023