Yargı makamları gün geçtikçe daha büyük hatalara ve hukuk aykırılıklara imza atıyor. Bunun bir örneğine Fatih Altaylı’nın dosyasında şahit olduk. Fatih Altaylı, YouTube yayınında söylediği bir cümleden dolayı gözaltına alındı ve ardından tutuklandı. Bu tutukluluk 5 ayı aşkın bir süredir devam ediyor. Son duruşmasında 4 yıl 2 ay hapis cezasıyla cezalandırıldı ve yerleşik uygulamalara aykırı bir şekilde tutukluluk hâlinin devamına karar verildi.
Olağan bir hukuk düzeninde bu cümlelerden ötürü hakkında soruşturma dahi açılmaması gerekirken, Fatih Altaylı yaklaşık 6 aydır tutuklu olarak yargılanmakta ve hapis cezasıyla cezalandırılmıştır.
Bu kararın arkasında hiç şüphesiz birçok husus var. Öncelikli olarak yargı makamlarının gün geçtikçe siyasi iktidarın güdümüne girdiğini görmekteyiz. Benzer söylemleri iktidar ve iktidara yakın isimler ifade ettiğinde bu kişiler herhangi bir yargılama ile karşılaşmazken, muhalif isimler sabaha karşı evlerinden alınıyor ve aylar süren tutukluluk süreçleri başlatılıyor.
Bu karar, diğer bir yandan da muhalif toplum kesimine bir gözdağıdır, gazetecilere bir mesajdır. Eleştiri yapanların, konuşanların ne kadar sert uygulamalarla karşı karşıya kalabileceklerinin bir mesajıdır.
Tutuklama kurumu, Ceza Muhakemesi Kanunumuzda bir tedbir olarak düzenlenmiştir. Fakat ülkemizde son yıllarda tutuklama kurumu tedbir niteliğinden çıkmış, adeta bir cezalandırma ve topluma sopa gösterme aracı hâline getirilmiştir. Bir insanın özgürlüğünden alıkoymak bu kadar kolay bir şey olmamalı. Kanun koyucunun tutuklamayla ilgili teknik ve detaylı cümleler kaleme almasına rağmen maalesef uygulama, kanunun ruhu ile bağdaşmayacak şekilde hareket etmektedir.
Ceza dosyalarına girip çıkan avukatlar şu hususu iyi bilecektir: 5, 10 hatta 15 yıl ceza alan kişiler dahi çoğu zaman tutuksuz olarak yargılanmaya devam ediyor. Çünkü uzun yargılama süreleri, kanun yollarına başvuru süreçleri gibi hususlar göz önüne alınarak, kişilerin özgürlüklerinden alıkonulmaması hedeflenmektedir.
Fatih Altaylı’nın dosyasındaki delil, YouTube programındaki yaklaşık 2 dakikalık konuşmadır. Yani dosyada delillerin karartılması, değiştirilmesi, yok edilmesi gibi bir risk yoktur. Bunun haricinde Fatih Altaylı’nın kaçma şüphesi de yoktur. Bu kişi ne zaman çağrılsa ifade vermeye gitmiş, hatta yurt dışındaki tatilini sonlandırıp ülkesinde ifadesini dahi vermiştir. Yargı makamlarına hassasiyeti ve saygısı bu denli yüksek olan bir kişi için kaçma şüphesinin olduğunun iddia edilmesi son derece yanlıştır, bu iddianın hukuki bir temeli de yoktur.
Söz konusu tutuklama kararının Anayasa’nın 13. maddesinde belirtilen ölçülülük ilkesine ve 19. maddesinde belirtilen kişi hak ve güvenliği haklarına aykırı olduğu açıkça ortadadır.
Bu karar, sadece ulusal mevzuatımıza değil, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere de aykırılık teşkil etmektedir. Özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) 10. maddesi ile güvence altına alınan ifade özgürlüğü, demokratik toplumun temelini oluşturur ve gazetecilerin eleştirileri için çok geniş bir koruma alanı sağlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihatları, gazeteciliğin sınırlarını “şok eden, rahatsız eden veya endişe yaratan” ifadeleri dahi kapsayacak şekilde belirlemiştir. Bu bağlamda, siyasi iktidara yönelik sert eleştirilerin hapis cezası ve devam eden tutuklulukla karşılık görmesi, AİHM tarafından sıklıkla “demokratik bir toplumda gerekli olmayan” bir ihlal olarak değerlendirilmektedir. Türk yargı makamlarının, uluslararası yükümlülüklerini göz ardı eden bu tutumu, hukuk devleti ilkesine gölge düşürmektedir.
Söz konusu ceza ve tutukluluk hâlinin devamı kararına, bir dönem AK Parti’de Millî Eğitim Bakanlığı yapmış ve AK Parti’nin önemli isimlerinden Hüseyin Çelik de tepki göstermiştir. Bu kadar bariz bir hukuka aykırılığa karşı taraflı tarafsız her kesimden eleştiri geliyorsa, burada söz konusu uygulamaları yapan kişilerin ve kurumların oturup bir düşünmesi gerekiyor.
Hukukun siyasallaşması tarihin hiçbir döneminde bu ülkelere hayır getirmemiştir. Bu ve benzeri kararlar gençlerin ülkemize olan bakışını da negatif anlamda etkiliyor; gençler kendilerine yurt dışında bir hayat kurma gayesine girişiyor. Diğer yandan uygulanmayan Anayasa Mahkemesi kararları ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları da, yurttaşlarımızın hukuka olan inancını zedelemektedir. Düşünün ki Anayasa Mahkemesi bir dosya hakkında bir hak ihlali kararı veriyor, kararı ilgili mahkemeye gönderiyor, fakat ilgili mahkeme Anayasa Mahkemesi kararını tanımıyor ve uygulamıyor. Anayasa Mahkemesi kararlarının uygulanmaması, yok sayılması gibi bir uygulama olamaz. Bu mümkün değildir; fakat mümkün olmayan işler Türkiye’de mümkün olabiliyor.
Burada akıllara şöyle bir başlık geliyor: Türkiye bir hukuk devleti mi yoksa kanun devleti mi? Hiç şüphesiz hukuk devleti, derin bir anlamı ve kurumları olan bir terimdir. Bir devlet kanunlara sahip olabilir ve kanunlarla yönetilebilir fakat bu durum o devletin bir hukuk devleti olduğunu göstermez. Hukuk devleti olabilmek için hukukun siyasallaşmaması, azınlık haklarına saygı duyulması, çoğunlukçu değil çoğulcu bir bakış açısıyla yönetilme, muhalif kesimlere ifade hürriyeti sağlamak gibi ilkeleri benimsemek gerekir. Fakat kanun devletinde, kanunlar vardır. Kanun devletinde hukuk devletinin ilkeleri yoktur.
Mevcut gidişat “hukuk devletinden” uzaklaşmakta, “kanun devleti” yolunda ilerlemektedir. Umarım bu hatalı yoldan dönülür, AİHM ve AYM kararları uygulanır, tutuksuz yargılama esas alınır, masumiyet karinesi ilkesi, hak ve özgürlükler tekrar temin edilir.

YORUMLAR