Gazeteci, Yazar, Edebiyatçı Adnan Gerger:

“Gazetecilik aynı zamanda yürekle yapılan bir iştir” Söyleşi: Orhan Tüleylioğlu/ otuleylioglu@hotmail.com Adnan Gerger, yalnız çağının tanığı bir gazeteci yazar değil, aynı zamanda çok başarı bir edebiyatçı. Diyarbakır – Hani’de doğdu. 1980 yılında, A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız Filolojisi’nde okurken profesyonel gazeteciliğe Hürriyet Gazetesi’nde muhabir olarak adım atmış, 1990 yılında yayımlanan “Firar Öyküleri” adlı […]

“Gazetecilik aynı zamanda yürekle yapılan bir iştir”

Söyleşi: Orhan Tüleylioğlu/ otuleylioglu@hotmail.com

Adnan Gerger, yalnız çağının tanığı bir gazeteci yazar değil, aynı zamanda çok başarı bir edebiyatçı.
Diyarbakır – Hani’de doğdu. 1980 yılında, A.Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Fransız Filolojisi’nde okurken profesyonel gazeteciliğe Hürriyet Gazetesi’nde muhabir olarak adım atmış, 1990 yılında yayımlanan “Firar Öyküleri” adlı kitabıyla da adını duymayan kalmamıştı.
Gerçek bir araştırmaya dayanan “Firar Öyküleri”nde Gerger, yakın tarihimize damgasını vurmuş hapishane firarlarını anlatıyor, birbirinden ilginç olaylarla bir döneme ışık tutuyordu.
Bundan sonra birçok kitabı yayınlandı. Bir yandan “Yılın Gazetecisi”, “Yılın Haberi” ödüllerine değer görülürken, bir yandan da edebiyat etkinlikleriyle dikkat çekmeye başladı. “Iraktı O Gece” adlı öyküsüyle Aykırı Öykü Ödülü’nü, 2010 yılında ise “Faili Meçhul Öfke” adlı romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nü kazandı. 2018 yılında Dil Derneği’nin Onur Ödülü’ne değer görüldü.
Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olarak yedi yıl boyunca; Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (um:ag) ve Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde “Edebiyat” ve “Gazetecilik” üzerine atölye çalışmalarında eğitmenlik görevini sürdürdü. Birçok edebiyat dergisinin yayınlanmasına öncülük eden, halen edebiyat dergilerine ve gazetelere düşünsel yazılarıyla katılım sağlamayı sürdüren Adnan Gerger yeni bir romana imza attı: “Ses ve Sus”.
Usta bir gazetecinin deneyimlerinden, düşüncelerinden, görüş ve gözlemlerinden damıtılan, alışılmışın dışında bir kurguya, dile ve anlatıma dayalı olan roman, sevdiği adam ve bebeği gözünün önünde öldürülen gazeteci Leyla’nın, bir başka deyişle, yaşama, egemen düşünceye ve siyasi iktidara karşı, aşkı için direnen bir kadının romanı.
Adnan Gerger sorularımızı şöyle yanıtladı.
Yeni romanınız “Ses ve Sus”ta herkesin bildiği ama herkese uzak bir ülkeye götürüyorsunuz okuru. Geçmiş ile gelecek, dün ile bugün iç içe, ustaca kurgulanmış bir anlatıda yer buluyor. Bu roman fikri nasıl oluştu? Hangi kaygıyla kaleme alındı?
Her şeyden önce, Karakarga yayınlarından yeni yayınlanan romanım “Ses ve Sus”u edebi kaygılarlarla kaleme alındığını söylemek isterim. Uzun süredir edebiyatla hemhal olan birisiyim. Birçok yapıtım olmasının yanı sıra edebiyat emekçisi bir insanım da. Edebiyata dair kuram ve kavramlar konusunda kendimce araştırma yapan, buna dair düşünceler üreten birisiyim. Aslında bu kitabımı kaleme alışımdaki kaygım da tam da bu noktada başlıyor. Piyasaya hâkim olan ve okurlara edebiyat diye dayatılan içeriği aforizmayla dolu tek tip eserlere bir itirazdır aynı zaman da… Okurlara iyi ve kötü edebiyat seçme şansı bırakmayan bir sistemle karşı karşıyayız ne yazık ki. Her yandan kuşatılmışız. Dergiler, reklamlar, kitapevlerindeki raflar hepsi bu yeni edebiyat anlayışının endüstriye dönmesiyle ilgili. Edebiyat artık bir kültürel endüstri olarak algılanıyor ve yayınlanan ürünler çoksatar olarak dayatılıyor. Okurlar aynı bir elbise alır gibi kendi beğenilerine göre değil, kendilerine dayatılan, bir anlamda renkli ambalaj yerine geçen süslü püslü sözlerle donatılmış ama bize edebiyat diye yutturulan kitapları satın alıyorlar. Bugünü anlatan, edebiyat denildiğinde toplumsal ve bireysel çözümlemeleri yapacak ve bize o edebi hazzı tattıran yapıtlar ne yazık ki artık çok az. Durmadan entelektüel zevkimizi okşayan ve yeni isimlerle kitaplar yayınlanıyor. Düşünün sosyal medya fenomeni 18 yaşında gençlerin roman yazdığını ve imza günlerinde önlerinde onlarca metre kuyruğu… Oysa bir insanın kendisine aydın diyebilmenin ön koşulu olarak ömrü boyunca (80 yaş baz alınıyor) 8 bin kitap okuması gerektiğini kim biliyor? Bu mümkün değil gibi görünürken 20’li yaşlarda bir çocuğun roman yazarak bunu edebiyatın en önemli kalemi olarak sunmanın anlamı tüketim politikası ve ticaret mantığı değil de nedir? Ben her yerde söylüyorum. Bu kitabı çok satsın diye yazmadım. Bir edebi kaygısı duyarak yazdım. İyi edebiyat adına yazdım. İnsanlar bu kitabı okuduğunda bir yandan edebiyatın gerçek zevkine varsınlar, bir roman disiplini neymiş diye bilsinler yazarken diğer yandan geçmişten bu yana günümüzde neler yaşandığının farkına varsınlar. Bir bilinç oluşsun diye yazdım.
Okuru bir yandan hüzünlendirirken bir yandan da bilgilendiriyor, düşündürüyorsunuz. Kitap okudukça çoğalıyor sanki. Sonuna kadar bir okuma zevki yaşatan romanınızda, toprağın anlatıcı olarak tercih etmenizin nedeni nedir?
Toprak kalıcı olandır. Üzerinde hangi uygarlıklar kurulursa kurulsun hepsi gelip geçer. Tarihsel süreç bize bunu göstermiştir. Her çağ ve o çağın gerektirdiği kültürel yaşam, insanın yaşam biçimine doğrudan etkiler. Her dönemin kendine ait imgeleri ve kavramları vardır. Ama bütün bunları besleyen nerededir? Topraktadır. Ben toprağın belleği olduğuna inanıyorum. Toprak bilgedir. Dünyadaki şu medeniyet toprağın bereketi yüzü hürmeti üzerine kuruludur. Bu bir. İkincisi toprağa yüklenen anlamlar, hayatın kendisini oluşturuyor. Acılarımız, hüzünlerimiz, sevinçlerimiz, barışımız, savaşımız hep toprağa yüklediğimiz anlamlar yüzündendir. Oysa toprak bizi, insanları, tüm canlıları yaşatmak için vardır aslında. Eğer toprak dile gelirse ne der diye düşündüm. Sonunda bu roman ortaya çıktı? Toprağın sesine kulak vermek gerek. Toprak ne demiş, okumak gerek.
Bir yanda diller, inançlar, kimlikler bir yanda devlet, otorite, sistem… Bu acılar neden yaşandı/yaşanıyor? Bu kadar acıyı hak edecek ne yaptı bu halklar?
Bu açıdan baktığımızda da dünyanın başka bir yönünü cılkı çıkmış yönünü görüyorsunuz. İşte bu farkındalığı bizi yönetenler, yani dünyaya egemen sistemin uzantıları üzerinde hakimiyet kurduğu tüm halkların yalnızlaşmasını ve yabancılaşmasını sağlamaya çalıştılar. Bu anlamda bireysellik peşinde koşan insanlardan oluşan halklara tüm kutsal değerlerini yok etmeye çalışarak kendi düşüncelerini öne sürdüler ve bunun doğru olduğuna ikna ettiler ve o halkları böylelikle ikna ettiler. Yani çok çeşitliliği bir tek tipe dönüştürmeye kalktılar. Tek bir insan tipinden oluşan halklar yaratmaya kalkıştılar.
Çok sesli toplum demokrasinin gereğidir diyoruz, ama yaşadığımız dünyanın farklı bir sese dahi tahammülü yok. Susmak, konuşamamak, itiraz edememek… İnsanın sırtında taşıdığı en ağır yük olsa gerek. Ayrıca kitabınızın metaforu, ancak bunun yanında, mitolojik öğelere de yer veriyorsunuz. Bunun üzerine neler söylemek istersiniz?
Ben bir röportajımda da dediğim gibi diller, inançlar, kimlikler neden bir devlet için korku nedeni olsun ki? Birey olarak düşündüğünde buna anlam veremiyorsun. Bu coğrafyaya bakıyorsunuz, yüzyıl öncesinden ne yaşanmışsa şimdi de onu yaşıyorsunuz aslında. Yani ceberut anlayışın hadi moda deyimle söyleyelim post-modern bir şekilde devam ettiğini bizatihi yaşamsal olarak görüyorsunuz, hissediyorsunuz. Bu nedenle kendi varlığını, ötekinin kimliğini yok etme üzerine kurulu ve muktedir olmaya buna koşullanmış devlet, ‘ses’e karşı her zaman tetikte kalmış. ‘Ses’i her zaman yok edilecek düşman olarak bellemiş. Bu korkunun varlığıyla sus, kalıtımsal olarak bir sır olarak kuşaklar boyu aktarılmış. Bu aktarmada toprak, tüm vicdanıyla aracı olmuş. Bağrına bastığı insanların sırlarıyla donanan toprak korkunun duvarını aşarak varlığını sürdürmüş, devletin gücü tek toprağa yetmemiş. Çünkü devlet bilir ki toprağı yok ederse kendisi de yok olur. Bugün kimlik yine devlet tarafından kendi varlığını korumak için hamasi nutuklarla ve içi geçmiş ideolojilerle pohpohladığı bir kavram. Hayatı ve kendisini sorgulayan ve varlığını sürdürmek isteyen insanlar için de kimlik, yeni yaşam üretimlerinde kullanılan bir kavram… Yani biri yok etmeye diğeri var etmeye anlamlandırdığı şey… İşte çelişki yumağının düğümlendiği nokta. Devlet insanı unutmaya sürüklerken bireyin kendisi de her zaman hatırlamaya doğru koşar: unutanın kalbi kurusun. Unutmamak için bu romanda mesel dil kullandım. Mitolojik kurgudur, mesel dil anlatıcıdır.
İnsan, insanın kurdu… Savaş, tarihin değişmezlerinden. İnsanlar, insanlar için kötü bir gelecek hazırlıyor. Ama yine de “Umut insanda!” diyoruz. Neden bu kadar kötülük? Sizce umut var mıdır?
Nasıl düşsüz, hayalsiz insan yaşayamazsa umutsuz insan da yaşayamaz. Çünkü hayallerin içerisinde umut vardır. Bu kadar kötülük bir avuç insanın sırf kendi refahı için milyonlarca insanı göz göre kandırması. Kandırmak için savaşa, kan dökmeye başvurması. Umut elbette insanda. Tarihe bakın, insan kendisini yok eden o gücü her zaman alt etmeyi bilmiştir. Doğanın akışı böyledir. Hiç kimse hiçbir şekilde engelleyemez.
Dostluk, arkadaşlık, onur, iyilik, dürüstlük unuttuğumuz değerler midir?
Bu değerler unuttuğumuz değil, unutturulmaya çalıştırılan değerlerdir. Çünkü bu değerlerin içerisinde her şeyden önce insanın insana dayanışması vardır. Dostluk, arkadaşlık, onur, iyilik ve dürüstlük her zaman insanca şeylerdir. Bu değerlere sahip olan insanları kolayca kandıramazsınız, birbirine kırdıramazsınız. O nedenle ki egemen güçler ilk önce bu değerlere saldırır ve onu yok etmeye çalışır.
Borges bir söyleşisinde “Unutmak zorundasınız. Anımsamak zorundasınız.” derken, bir anlamda yaşamın özetini sunar. Sizce yaşadığımız coğrafya ile ilgili olarak neleri unutmak, neleri anımsamak zorundayız?
İşin ilginç yanı unutmak isterseniz de unutturmuyorlar. Öyle bir coğrafyada yaşıyorsunuz ki etrafınız barut fıçısı. Devlet yönetimleri bu fıçının içine sokulmuş yanan bir fitil, üstelik. Bu coğrafyayı düşündüğünüzde akla gelen ilk şey savaş ve göç. Borges’in sözünü ettiği şey de bu. Savaş ve göçü unutmak zorundasınız, bir daha olmasa unutursunuz. Olmaması için de savaş ve göçlerde neler yaşandığını devamlı anımsamak gerek.
Edebiyat bir direniş, sevgi, barış yolu mudur? Bize nasıl yol gösterir? Neler yapmalıyız?
Edebiyat, bir direniş, sevgi, barış yolu değildir. Ancak direniş biçimini anlatan, sevgi ve barış yolunun nasıl olması gerektiğini anlatabilen sanat dallarından birisidir, sadece. Önemli olan bir okur olarak çıkarsama yaparak edebiyatın bize ne anlatmak istediğini iyice yorumlamamız gerek. Ama bunun için de gerçekten iyi edebiyata ihtiyacımız var. İşte bu nedenle iyi edebiyatın önü kesiliyor.
Bir gazeteci olarak, günümüz medyası üzerine neler söylemek istersiniz?
Günümüz medyası tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok sorgulanmamıştır. Bu herkesin bildiği bir gerçek. Bunun nedeni, medyanın asıl işlevi olan halkın haber alma özgürlüğüne saygı göstermesi. Ne yazık ki medya bu işlevini yitirmiş durumda.
Genç gazeteci meslektaşlarınıza neler öğütlersiniz?
Gazetecilik sadece mesleki formasyonla yapılan bir profesyonel uğraş alanı değildir. Gazetecilik aynı zamanda yürekle yapılan bir iştir. Bu nedenle bu mesleği seçtiğinizde her şeyden önce yüreğinizi ortaya koyacaksınız. Vicdani değerlerinizle haberinizi yazacaksınız. Dürüst ve namuslu olacaksınız.
Antakya Gazetesi okurlarına bir iletiniz var mıdır?
Bir gazete okurlarıyla ayakta durur. Hele bu gazete doğrudan, adaletten, haktan hukuktan yana tavır alırsa onun ayakta durması için dayandığı tek kaynak okurların kendisidir. Bu nedenle bu gazeteye sahip çıkmalarını, daha çok kişinin okuması için kendilerinin da sanki gazetenin sahibiymiş gibi çalışmalarını istiyorum.

Exit mobile version