Mısırlı yazar Necip Mahfuz, 1988’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görülmesiyle dünya çapında ünlü bir yazar haline geldi. Ortadoğu’nun Balzac’ı olarak tanınan, dünya romanının en büyük, en yetenekli yaratıcılarından biri olarak gösterilen yazarın yapıtları kırk dile çevrildi ve yüzlerce baskı yaptı. Oysa, Necip Mahfuz Arap edebiyatı için çok önceden efsaneye dönüşmüştü. Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanınca Mısır’ın El Ahram gazetesi şu başlığı atmıştı: “Nobel, Necip Mahfuz ödülünü kazandı.”
1989 yılında Mısırlı köktendinci Ömer Abdülrahman tarafından hakkında ölüm fetvası çıkartılan Mahfuz, 1994 yılında Kahire’deki evinin önünde bıçaklı saldırıya uğradı. 2006 yılında 95 yaşında yaşama gözlerini yumduğunda, ardında 34 roman, 350 kadar kısa öykü ve otuzu aşan senaryo bıraktı. Edward Said, ardından şunları söyleyecekti: “Binbir Gece Masalları’ndan çıkmış bir masalcı. Ulusunun ruhu, Arap romanının babası.”
Necip Mahfuz, her zaman halkının yanında olmuştu. Sevgili ülkesinden Nobel ödül törenine katılmak için bile ayrılmamıştı. Mahfuz, Nobel edebiyat törenine gönderdiği konuşma metni bir entelektüele, duyarlı bir yazara yakışan bir tavrın, edebiyat anlayışının belgesidir:
“Ben, borçlarını ödeyebilmek için insanların açlık sınırında yaşamak zorunda kaldığı bir dünyadan geliyorum. İnsan hakları çağında, insan haklarından yoksun bırakılıp, ayrımcılığa uğratılarak perişan edilen Güney Afrika’daki milyonlar sanki insandan sayılmıyor. Kendi topraklarında, babalarının, dedelerinin topraklarında yaşamalarına rağmen Batı Yakası ve Gazze’de kaybolmuş insanlar var. İlkel insanın elde ettiği ilk hakkı talep ediyorlar; onlara ait olduğu başkaları tarafından da kabul edilen kendi yerlerine, kendi topraklarına sahip olmak istiyorlar. Bu cesur ve soylu hareketlerinin karşılığını -kadın, erkek, genç, yaşlı demeden- kemikleri kırılarak, kurşunlanarak, evleri başlarına yıkılıp dolduruldukları hapishanelerde ve toplama kamplarında işkenceden geçirilerek alıyorlar. Etraflarını saran 150 milyon Arap, olan biteni üzüntü ve öfkeyle izliyor. Bu durum bölgeyi bir felakete doğru sürüklüyor ki, böylesi bir felaket ancak adil, kapsamlı bir barış için uğraşanların çabaları ve bilgeliğiyle önlenebilir. Evet, Üçüncü Dünya’dan gelen bu adam hikâyeler yazmak için iç huzurunu nasıl bulabildi? Bereket versin, sanat cömert ve anlayışlıdır. Mutlu olanın hayatını zenginleştirdiği gibi çaresizin de hayatını çoraklaştırmaz. İçlerinde birikenleri dışa vurmaları, ifade etmeleri için ikisine de uygun araçları sağlar.”
1952 Temmuz Devrimi, Mısır tarihinde bir dönüm noktası olmuştu. Mısır halkı, çektiği bütün acıların tek nedeni olarak gördüğü monarşiyi devirmiş, cumhuriyeti ilan etmiş, İngiliz kuvvetleri Mısır topraklarını tamamen terk etmişti. Mısır, iki bin yılı aşkın tarihinde ilk kez, gerçek Mısırlıların yönetimine geçiyordu. Ancak, Mısır bundan sonra işgaller, savaşlar yaşayacak; Mısır’da yeni bir siyasal sosyal sistem kurulması uzun yıllar alacaktı.
Necip Mahfuz “Aynalar” adlı kitabında elli beş farklı karakter üzerinden Mısır’ın bu dönemine ayna tutar. Siyasetten toplumsal yaşamın kesitlerine uzanan yazar, insan ilişkilerinin trajik ve gülünç yönlerini, ulusunun düşünce dünyasını, eğitimini, toplumsal altüst oluşlarını, değer ve ilkelerini, umutsuzluk ve ıstırabını, beklentilerini derinlemesine incelerken, yaşadığı çağı ve onun tarihsel arkaplanını gerçekçi bir bakış açısıyla irdeler:
“Düşünceyi istismar eden güçleri yok etmeden insanlık için hiçbir yaşam şansı olmadığı sonucuna vardım. İlk adım, insanlığı akıl, dirayet ve bilim temelinde bir araya getirmek ve insanları birer dünya vatandaşı olarak yeniden eğitmekti. Böyle bir dünyada insan güvende olacak, yaratıcılığının önündeki engeller kalktığı için potansiyelini gerçekleştirebilecek, değer yargıları şekillenecek ve bu göz kamaştırıcı kainatta hakikatin saklı kalbine doğru ilerleme cesaretini bulacaktı.”
Necip Mahfuz, gelenekçiliğe başkaldırmış, gerçeği aramış ve hoşgörüye inanmıştı. Necip Mahfuz, kitaplarında birbirleriyle kesişen farklı yaşam öykülerini ortak bir trajedide buluşturdu. Özgün olduğu kadar, ilginç ve sürükleyici olan yapıtları, bir anlamda, gerçeği arama cesaretinin de kitaplarıydı.
Orhan Tüleylioğlu