Yazar-çizerlik serüveninde 40 yılı geride bırakan mizah ustası Cihan Demirci:
Fransız eğitimci ve filozof Andre Comte-Sponville “Büyük Erdemler Risalesi” adlı yapıtında, mizahın da bir erdem olduğunu söyler. Kendine dönük her ciddiyetin suçlu olduğunu, mizahın bizi bundan koruduğunu ve verdiği hazzın ötesinde, bu nedenle de çok değerli olduğunu anlatır. Mizahı ironiden ayıran yazar, ironinin bir erdem ya da mizah olmadığını söyler. Çünkü ona göre, ironi bir silahtır, kötü, iğneleyici, yıkıcı, yaralayan ve hatta öldürebilen bir gülmedir. Mizah ise ciddiyete son verir; üzüntüyü sevince, hayal kırıklığını komikliğe, ümitsizliği neşeye dönüştürür. Mizahta cesaret, büyüklük ve cömertlik vardır. Mizahtan yoksun olmak, cömertlikten, yumuşaklıktan, merhametten, alçakgönüllülükten, bilinç aydınlığından yoksun olmak demektir.
Mizah yazarlığı ve çizerliği serüveninde 40. yılını geride bırakan Cihan Demirci, işte bu bilinçle her türlü olumsuzluğa karşın toplumumuza ayna tutmayı, mizahın yaratabileceği güzelliklerin peşinden gitmeyi sürdürüyor. 51 kitaba imza atan, yüzbinlerce okura ulaşan sanatçı, dur durak bilmeden kitaplar yayımlıyor, söyleşi, konferans ve imza günlerine katılıyor, sergiler açıyor. Umudunu her yeni kitabında bileyerek mizahla yapılabilecek şeylerin en güzelini yapıyor. Onun derdi, ne mesajlarını parmakla göze sokmak, ne de her dakika ortalara çıkıp ahkâm kesmek. O, sadece bilinç aydınlığını bizimle paylaşıyor.
Dile kolay, yazar-çizerlik serüveninde 40 yılı geride bıraktınız. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Gerçekten de 40 yılda bir olacak bir durum yaşıyorum bu!… Bu 40 yıl nasıl geçti, bir kere çok erken yaşta daldığım yazar-çizerlik alanında müthiş ustalarla birlikte çalıştım, hem çok renkli, hem çok keyifli ama bir o kadar da özellikle son dönemiyle dertli ve sıkıntılı!.. Gerçek mizahçıların yaşadığı derin bir yalnızlıkla dolu bir 40 yıl!… Mizahçı aslında bu toplumun en yalnız insanıdır. Önceden görür ama gördüklerine sadece gülünüp geçilir. 40 yılın özellikle son 10 yılı deldi de geçti hatta geçmedi diyebilirim. Aslında mizahçılığa ilk adımımı 31 Aralık 1977 yılbaşı günü atmıştım, sonrasında ilk çizgi ve yazılarım 1978 yılının başlarında yayınlanmaya başladı ve hiç ara vermeden hem yazar, hem de çizer olarak 40 yılı devirdim ama ortam yüzünden hayalimdeki gibi bir 40 yıl olmadı ve ülkedeki ağır şartlar nedeniyle bu 40 yıl biraz üzerime devrildi gibi!…
Siz çok uzun yıllar siyasi, toplumsal, sosyal ve hatta absürd özellikler taşıyan bir mizah yaptınız, büyüklere yönelik kitaplarınız özellikle 90’lı yıllarda yeni bir mizah arayışı içindeki gençlikten ciddi ilgi gördü. Ancak son yıllarda çocuk kitaplarına, çocuk edebiyatına ağırlık veriyorsunuz, bu yıl yayınlanan üç kitabınızdan biri de “Pisifosör Pisifos’la Kediler Alemi” adlı bir çocuk kitabı, bunun nedeni nedir?
Evet, çok uzun yıllar büyüklere, gençlere yönelik gözüken bir mizah yaptım ama mizahçılık aynı zamanda bir öngörü sanatıdır ve henüz 90’lı yılların ikinci yarısındayken bugünlere geleceğimizi gördüm. 90’lı yılların ilk yarısında yazdığım siyasi mizah denemelerim bugün yayınlansa, bugünleri anlatıyor gibi okunabilir zira. 1994 yılının sonlarında okullara gitmeye başladım. Önceleri lise ve üniversitelerdi bunlar. Çünkü o dönem liseliler ve üniversiteliler mizah kitapları okuyabiliyordu. Derken 2000’lerin başlarında ortaokul ve ilkokul çocukları için yazmamın zamanının geldiğini fark ettim. Çünkü 80 darbesinin meyveleri olgunlaşmış ve kafa içinde boşalmalar yaşayan gençlik adım adım kitaptan uzaklaşır olmuştu. Bundan 16 yıl kadar önce ilk çocuk kitaplarımı yazmaya başladığında bazı mizahçı meslektaşlar, çocuğa yazıyor-çiziyorum diye benimle dalga geçmiş, hatta beni aşağılamışlardı. Oysa bütün kalıcı mizah ustaları aynı zamanda çocuğa da yazmıştır. Çocuğa yazmak müthiş bir enerji veriyor insana. Tazeleniyorsunuz. 2000’lerle birlikte oluşan siyasi atmosferde özgürlüklerimizin adım adım elimizden gittiğini çok erken gördüğüm için hep dediğim gibi “çocuklara sığındım”… Gerçekten de çocuklara zamanında sığınmasaydım bu berbat ortamda 40. yılımı bile görebileceğim şüpheliydi. İlk etkinliğimi 1990’da yapmışım. 28 yıldır yaptığım; söyleşi, imza günü, panel, atölye, sergi tarzı etkinliklerin sayısı 1100’ü aştı. Her yaptığımı ciddi anlamda not ederim. 51 kitabımın 25-26 tanesi yani aşağı yukarı çocuk kitabı. Bir zamanlar benimle dalga geçenler bile günümüzde medyanın-basının bitmesini geç gördükleri için şimdilerde çocuğa yazma, çocuğa çizme ve ona karikatür atölyesi yapma derdindeler. Çocuk kitaplarımda da onların yaşına uygun, zekâ açıcı bir mizah var. Hınzır Can adlı çocuk kahramanımın ilk 3 kitabı çocuklardan ciddi ilgi gördü. Özellikle ilk iki kitap bazı okullarda ders kitabı gibi okutulur hale geldi. Bu yıl yayınlanan son çocuk kitabım “Pisifosör Pisifosla Kediler Alemi”nde de kendini kedilerin profesörü, benim uydurduğum bir sözcükle “Pisifosör” gören ilginç ve bilgiç bir kedinin kediler alemi üzerine yanlış bildiğimiz doğru bilgileri, saptamaları yer alıyor.
Bu yıl kırkıncı yıl anısına da iki yeni kitap yayınladınız, “70’lerde Çocuk Olmak” ve “Şiirzofren” Bize bu kitaplardan söz eder misiniz? Hangi kaygıyla kaleme alındı, bu kitaplar?
40. yılımın anısına arka arkaya Nisan ayı sonlarında iki kitap yayınladım. İkisinin de benim için çok özel anlamları var. “70’lerde Çocuk Olmak” benim daha önce 25. yılımda yayınladığım “Ben Büyüyünce de Çocuk Olucam”dan bazı bölümler aldığım, 1969-1979 arasındaki ilkokul-ortaokul-lise yıllarımı içinde barındıran bir 70’li yıllar kitabı. Bu sadece bir anı kitabı değil. Aynı zamanda bir dönem kitabıdır. Fazla mütevazı bir yazar-çizer olduğum için “40 yıllık bir hatırımız bile yokmuş” o yüzden yayınlaması da hiç kolay olmadı doğrusu. Bu kitap hem büyükler, hem de çocuklar için yazılmış bir kitap. 70’leri yaşamış olup da içine düştüğü ikibinli yıllar çukurunda özleyenlere, ya da o günleri hiç yaşamamış olduğu halde merak edenlere adeta bir rehber niteliği taşıyor. İstanbul çocuğu bir mizahçının çocukluğundan birbirinden renkli, mizah dolu anılarla birlikte 70’li yıllarda yüzü Batıya dönük o güzelim “Eski Türkiye”yi anlatıyor bize. Son kitabım, yani 51. kitabım olan “Şiirzofren”de de 2000-2017 yılları arasında yazılmış benim yıllar önce Türkçeye kattığım bir tanımlamayla pek “Şiirzofren” şiirler yer alıyor. 40. yıl anısına neden şiir diyenler için de şunu diyebilirim. Çocuk yaşta yazmaya her çocuk gibi şiirle başladım ve ilk yayınlanan yazılarım da aslında Gırgır dergisinde çıkmış taşlama şiirlerimdir. 1985’te, henüz 23 yaşında, binbir güçlükle, kendi olanaklarımla bastırabildiğim “Çıkışlar Arka Kapıdan” adlı ilk kitabımda bir şiir kitabıdır. Bugüne dek “Şiirzofren”le birlikte bu 5. Şiir kitabım oldu. Bunlardan üçü büyükler, ikisi de çocuklar içindir. Yola şiirle çıkmış bir yazar-çizer olduğum için 40. Yılıma özel diğer kitabım da bir şiir kitabı olsun istedim. Mizahçılığım ön planda olsa da şiirle ilişkim hep gizli bir sevgili gibi sürdü ve sürüyor…
70’lerde çocuk olmak ile bugün çocuk olmak arasında nasıl bir farklılık var.
Bize kısaca anlatabilir misiniz?
Öyle az buz değil, müthiş fark var. 70’lerde çocuk olanların çocukluklarını yaşayacak zamanları vardı. Hafta sonları bizimdi. İstanbul gibi şehirde ağaç tepelerinde büyüdüm ben. Yeşil alanlar çoktu. Nüfus çok daha nitelikliydi. Okullarda sadece eğitim yoktu, görgü kurallarını da hem okuldan hem de anne-babanızdan doğal olarak öğrendiğiniz çok daha uygar, çok daha Batılı, çok daha ileri bir ülke vardı orta yerde. Düşünün ben 2.5 milyonu bulmayan insanın yaşadığı bir İstanbul’da çocukluğumu yaşadım. Bugün bu sayının kaçak yaşayanlarla 25 milyona ulaştığı söyleniyor. İstanbul yaşanmaktan çıkmış, zehir ve beton soluduğumuz, ömür törpüsü bir cehennem. Ülke de öyle. Oysa 70’lerde insani değerlerimiz henüz ölmemişti. Gençliğin yapılan yanlışları çok net gördüğü bu ülkedeki son dönemdi 70’ler. O yüzden karanlığın içinden bir aydınlık ortaya çıkmasın diye apar-topar 12 Eylül 1980 darbesiyle 80’li yıllara girildi ve ülke bir daha 70’li yıllardaki değerlerine ve ayarlarına geri dönemedi. Sonuçta gericiliğe teslim olundu. Yüzyıllar öncesine, cahiliye devrine geri dönüldü. Günümüzde ise çocuk olmak çok ama çok zor!… Okullarda onların hallerini görüyorum. Çocuklara çocukluklarını yaşayacak en ufak bir zaman verilmiyor, üstelik artık hepsi teknoloji bağımlısı halinde adeta robot düzeninde, hızla büyüyorlar!…
40. yılınızın anısına, bu yıl içersinde “40 Yılın Başı” adlı iki karikatür sergisi de açtınız. Bu sergilerin iletisi neydi? 40. yıl sürprizleri devam edecek mi?
Çok uzun yıllardır yazarlığım önde olsa da çizerliğimi hiç bırakmadım. 40. yılımda karikatürcülüğümün anısına da sergiler açmayı planlamıştım. Mart ayında İzmir’de Neşe ve Karikatür Müzesinde, Eylül ayında da İzmir’in Bergama ilçesindeki Bergama Kültür Merkezinde “40 Yılın Başı” adını taşıyan karikatür sergilerini açtım. Bu sergilerde 40 yıllık serüvenden seçtiğim 40 civarı karikatür yer aldı. Sadece bununla da yetinmedim. 40. Yılımın anısına özel bir belgesel sunum hazırladım. Bu görsel söyleşide birlikte çalıştığım izah ustalarından müthiş renkli anılar var. “40 Yıllık Yazar-Çizerlik Serüveninden Anılar” başlıklı görsel söyleşileri yıl içersinde; İzmir Kitap Fuarında, Foça’da, İstanbul’da Kozyatağında, Mersin’de ve Tarsus’ta gerçekleştirdim. Aslında hem sergi, hem de söyleşi sayısı çok daha fazla olacaktı ama öne alınan 24 Haziran seçimleri nedeniyle pek çok belediye kültür-sanat etkinliklerini rafa kaldırınca bu sayı azaldı. Şimdi yılsonunda İstanbul’da, 12 Aralık’ta Karaköy’deki Schneider Tempel Kültür Merkezinde yılın son “40 Yılın Başı” sergisini açacağım. Bu benim 1981, 2003’ten sonra İstanbul’daki 3., genel anlamda da 19. karikatür sergim olacak. Sergi 12-30 Aralık tarihleri arasında açık kalacak.
Geçmişten günümüze ülkemizde mizah nasıl bir seyir izledi? Şimdi ne durumda?
Mizahın çok canlı ve çok heyecanlı olduğu, henüz hayatın absürd hızına yenik düşmediği 70’lerin sonlarında bu işe başladığımda mizah hayatımızın içinde ciddi bir güçtü. Toplumun da siyasetçilerin de mizaha hoşgörüsü vardı. Türk mizahının en önemli ustalarıyla çalıştım. Daha önce de dediğim gibi mizah biraz da öngörü sanatıdır. Önceden görürsünüz, sonra gerçek olur. 90’lı yılların ikinci yarısına geldiğimizde “Hayat Mizahı Kaç Geçiyor” başlığı altında sosyologlara kapak olacak nitelikte söyleşiler yapmaya başlamıştım. Zira hayatın gerçekleri mizahı da, mizahçıyı da henüz yeni solamaya başlamıştı. Toplum da ne yazık ki o dönemin mizah dergileri de bu durumu yeterince göremediler, ya da bunu görüp mizaha değil de kafe zincirine yatırım yapmayı tercih ettiler. Sonuçta 90’lı yılların ikinci yarısından başlayarak mizahın hayat karşısında yenik düşeceği günlerin ve yılların içine girdik. Hayat öylesine manyak bir hızla absürtleşti ki, mizahçının hayal gücünü çoktan solladı ama bunu itiraf eden mizahçı pek çıkmaz. Özeleştiri yapmaktan yoksunuz ne yazık ki. Oysa bu süreçte kirlenen sadece toplum ya da siyasetçi değildir, mizahçı da son 25 yılda epeyce kirlenmiş ve hayatın hızına yenik düşmüştür!… Bu herkesin söyleyebileceği bir şey değil. Ben bunu yüksek sesle söyleyebilmek için, pek çok şeyden vazgeçerek, 90’ların ikinci yarısında dama çıkıp “Damdaki Mizahçı” oldum ya zaten!… Şu an için durum çok vahim. Hayatını mizaha adamış, gerçek mizahçının, artık mizahın yapamaz hale geldiği çok tehlikeli bir sürece girdik. Bakın, 40. yılımda bana şu ana dek düşen tek onur ödülü, geçtiğimiz ay, sosyal medya paylaşımları nedeniyle ifade vermek oldu. Daha önce de 11 yıllık bloğum Mizahhaber’e 20 ay boyunca erişim engeli konmuştu. 2011’de önce Cumhuriyet’te işime son verildi, ulusal basından şutlandım. Sonra 2015 sonunda iktidarı aratmayan CHP’li Kadıköy Belediyesinin Kadıköy gazetesinde yer alan karikatür köşem kaldırıldı. Yani yerel basından bile atıldım. Şimdi sosyal medyada benzer bir haldeyim. Sonraki sürecin ne olacağını da bilemiyorum. Mizahın hakaret zannedildiği, mizahın ne olduğunun bile bilinemediği çok acı bir dönemdeyiz, o yüzden şimdilerde tek sığınağım çocukların naif dünyası artık benim.
Ülkemizin durumunu bir mizahçı olarak nasıl görüyorsunuz?
Bitkisel hayat yaşıyor dersek o bile inandırıcı olmaz zira bitki örtüsünü, ağacını, ormanını, kuşunu, doğasını yok etmiş, yerli sermayesini bitirmiş, ekonomisi iflasa giden, sadece yalanlarla ayakta duran, aslında çoktan öldüğü halde öldüğü kendisine söylenemeyen, söylense de bunu ciddiye bile almayacak bir ülkedeyiz! Ne yazık ki büyük önder Mustafa Kemal, bu hazin coğrafyaya çok büyük beden gelmiş! Bu coğrafya onu asla hak etmemiş! 2000’erin başında henüz bugünlerin öncesinde yazdığım tek romanım “Zombilirkişi”de anlattığım Fani Ölümlüoğlu’nun hayatını artık tüm ülke yaşıyor, bu durumu önceden görüp sadece yazabilmek ve çizebilmek ise ayrı bir hüzün ve acı, sonuçta kısacası; her şeyi bildiğini zannederek, bilirkişi cehaleti içinde aslında epeydir ölü hale geçmiş bir yapının içindeyiz hepimiz!…
Mizah ve yaşam ilişkisi üzerine düşünceleriniz nelerdir?
40 yıl boyunca sadece yazar-çizerlik yapmadım. Mizahın teorisine, tarihine de ilgi duydum. Bu anlamda gazete ve dergilerde pek çok yazı yazdım. Mizah tarihçiliğini sessiz bir şekilde kenarda köşede sürdürüyorum. Bu alanda ciddi araştırmalar yapıyorum. Basından atılalı 7 yılı geride kalmış biri olarak bu anlamda geniş zamanım da var!… Mizahın keyifle yapıldığı toplumlar aslında gelişmiş toplumlardır. Biz bunu hep yanlış biliriz. Mizah o yüzden doğuda değil Batıda gelişmiş ve serpilmiştir. Mizahın yaşamla çok direkt ilişkisi var. Mizah duygusu taşıyan bir insan hayatın zorluklarına daha kolay dayanır, mizah insana direnç verir. Benim mizahçı olmam da aslında bu akla ziyan ülkedeki delirten yaşama direnmek içindir, 40. yılımda bunun altını çizebilirim. Mizah aklımızı korur ama bunun için önce aklımızın varlığı gerekir. Yaşadığımız cehennemde artık mizahın da aklımızı koruyamayacağı bir aşamaya geçildi ne yazık ki!
Mizah ve iktidar ilişkisi üzerine neler söylemek istersiniz?
İktidarlar mizahı asla sevmez. Bu çağlar boyu böyle olmuş. Ama bazıları daha hoşgörülü, bazıları ise hiç hoşgörüsüzdür. Sever gözükenler uygarlık ölçüleri nedeniyle öyle görünür. Mizahı kendilerine hakaret zanneden iktidar modeli günümüzde çok yaygın. Oysa bu mizahın ne olduğunu bile bilmemek. Mizah ince zeka işi bir anlatım aracıdır. Farklı bir gözle bakıştır. Hakaret boyutu mizahın zayıf karnı olabilir ancak. Bunu tercih edenlerin mizahtan uzaklaştığı çok açıktır. Mizah güce tapmaz, gücün esiri olmaz, gücü ince bir zekâyla eleştirir bu yüzden işi her dönem zordur. Bu arada mizah, gücü elinde tutan iktidarı eleştirir de bu güce karşı gücünü ortaya koyamayan bir muhalefeti eleştirmez mi? Fazlasıyla eleştirir hem de. Çünkü gerçek muhalefet mizahtır. Muhalefet iktidara ulaşmak için bir geçiş süreci olmalıdır. Bunu hiç düşünmeyip ömür boyu muhalefette kalmak isteyen siyasiler ve onların partileri mizahçının bostanına dalmış olurlar ki ben onlara artık işi zaten yok etmek olan iktidarlardan daha çok kızıyorum!
Dünyada hiçbir şey gitmesi gerektiği gibi gitmiyor. Savaşlar, ekonomik krizler, göçler… Bir eleştiri, umut ve direniş yolu olarak mizahtan yeterince yararlanabiliyor muyuz? Neler yapmalıyız?
Yararlanamıyoruz… Bu anlamda özeleştiri taşıyan, farklı düşünceler içindeyim. Örneğin Gezi Direnişinde mizahın çok öne çıkması herkese o anda iyi gibi geldi, ben her şeyi zamana yayarım. O gün hızla ülkede devrim olmuş gibi bir hava yaratıldı. Oysa kendimizi kandırmanın ötesine geçemedik. Özeleştiri bu ülkede en eksik şey! Bugün baktığımızda hiçte öyle olmadığını görüyoruz. Mizah dozu çok iyi ayarlanması gereken bir güç. Gezi gibi ciddi bir eylemde bu doz aşıldı ve işin suyu çıktı. Ama bu çok normal, çünkü çok uzun yıllar boyunca direniş kültüründen nasip almamış bir toplumduk ve yarım kalan bu direniş sonrasında çok ağır hasar gördük!… Bugün gittiğim okullarda ortaokul çocuklarının bile aslında mizahı hiç bilmediğini görüyorum. Oysa 20-25 yıl önce ilkokul çocukları bile mizah dergisi okuyordu bu ülkede!… Mizahı seven, mizah duygusu taşıyan çocuktan topluma da, dünyaya da zarar gelmez!… Çocukları yeterince dikkate almadığımız 90’larda mizah dergileri Gırgır’dan miras kalan çocuk okuru yitirdiler ve bugün mizah dergiciliğimiz dönemin de ağır baskı ortamıyla tamamen can çekişir bir hale geldi.
Dünyanın bugün sizce yaşadığı en büyük sorun nedir?
21. Yüzyıl… Evet, bu yüzyıl sanırım insanlığın insanlıktan en çok uzaklaştığı yüzyıl olarak tarihe geçecek. Daha ilk 18 yılda bunu gösterdi. Oysa hep dediğim gibi; doğmak yetmez insan olmaya. İnsan olmak bir ömür boyu süren yoğun çabalar gerektirir. Teknolojinin esiri olmuş, umursamaz bir insanlık “insan olma” yolculuğunu terk etmiş, en hoşgörüsüz, en Vandal, en vahşi haliyle yüzyıllar öncesindeki karanlık cehalet çağına geri dönmüş gözüküyor ki bence en büyük sorun bu!… Cehaletin yüceltildiği, bilgisiz olmanın erdem sayıldığı bir dünya insanlığın bu dünyadaki gerçek cehennemidir bence!…
Günümüz Türkiye’sine ilişkin bir fıkra rica etsek.
Döneme uygun bu fıkra, benim “Bana Güldüğünü Söyle” adlı özgün fıkra kitabımdan… Temel’i yalan makinesine bağlamışlar. Yalan makinesine bağlanan Temel çok mutlu olmuş ve şöyle demiş: “Oh beee uşşağum, makinesiz bu iş çok zor olaydu, şimdi şoyle istediğum gibi rahat rahat yalan söyleyebileceğum!…”
Antakya gazetesi okurlarına bir iletiniz var mıdır?
Mizahtan uzak durmasınlar, mizah duygusu taşısınlar. Tüm acı ve sıkıntılara rağmen mizah duygusunu yitirmemek çok önemli. Lakin gülmek her şeye anlamsızca gülmek demek değildir. Gülmek, akılla gerçekleştiğinde güzeldir, hem akıldan hem de gülmekten uzak durmayalım. İnsan gülebilen tek canlıdır!… Mizah duygusu oksijen gibidir. Betoncu karbondioksite karşı tek dayanma gücümüz o’dur!…
Çok teşekkür ederim; yazarlık ve çizerlik serüveninizde nice yıllar ve başarılar dilerim.
Ben teşekkür ederim. Her türlü olumsuzluğa rağmen, son nefese dek, mizahın o benzersiz direnciyle; gülekalın!…