Hatay’ı da içine alan sığınmacılarla ilgili çalışmalarıyla tanınan Prof. Dr. Murat Erdoğan, Türkiye’deki Suriyelilerin hayat kalitesi ve memnuniyetinin giderek arttığını belirterek, ülkelerine kendi istekleriyle gitmeyecekleri görüşünü dile getirdi.
2011’den bugüne, Suriye’den Türkiye’ye yansıyan ‘göç’ gerçeğinde hep sorulan, ama karşılığı henüz alınamamış bir soru var! “Sosyal Uyumun Neresindeyiz?” Bu sorunun muhataplarından biri, 400 bini aşkın Suriyeli sığınmacıyı misafir eden, Hatay…
Göç ve mülteciler konusunda yürüttüğü çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Murat Erdoğan, bu konuya dair oldukça net değerlendirmelerde bulundu. Türkiye’nin Suriye harekâtının bölgedeki sivil halka etkilerini, tetiklediği göç dalgasını ve Suriyeli mültecilerin yerleştirilmesi için yürütülen güvenli bölge tartışmalarını DW Türkçe’ye değerlendiren Erdoğan, oldukça çarpıcı tespitlerde bulundu.
Avrupalıların büyük bölümünün, Türkiye’nin Suriye harekatı ile birlikte bölgede yaşananlardan çok da rahatsız olduğuna inanmadığını söyleyen Erdoğan, “Avrupalılar için bir taşla iki kuş vuruluyor: Bir yandan Erdoğan’ı hedef tahtasına koyarak, yaşananlardan onu sorumlu tutabiliyorlar, diğer yandan da ‘Erdoğan bölgeyi temizlesin, yeter ki, bize insan gelmesin’ hesabı yapıyorlar” diye konuştu.
Almanya Savunma Bakanı’nın, BM liderliğinde bir güvenli bölge önerisini gerçekçi bulmadığını söyleyen Profesör Erdoğan, “Suriyeliler saf değil, aptal hiç değil. BM’nin eti ne, budu ne? Srebrenitsa’da görmedik mi? Hollanda’nın NATO askerleri oradayken, BM kamplarını basıp insanları öldürdüler, soykırım yaptılar” değerlendirmesinde bulundu.
Türk Alman Üniversitesi (TAU) Göç ve Uyum Araştırmaları Merkezi Müdürü Prof. Dr. Murat Erdoğan’a yöneltilen sorular, Hatay’dan Kilis’e, Şanlıurfa’dan İstanbul’a, neredeyse 81 İl’e yayılan Suriyeli Sığınmacılar başlığında oldu.
Türkiye’nin, Suriye’nin kuzeydoğusunda 9 Ekim’de başlattığı askeri harekâtın, bölgede insani durum bakımından yol açtığı sonuçlar neler?
Silahlı çatışmalar, sıradan insanlar için çok dramatik sonuçlar doğurur. Çatışmaya taraf olanlar, ellerindeki silahlarla kendilerini savunabilecekken, sıradan insanlar, hiç taraf olmadıkları bir savaşın ortasında kalır, canlarını kurtarmaya çalışır. Bütün harekâtlarda olduğu gibi bu harekâtta da bu yaşanması beklenen bir durumdu. Özellikle Suriye’de yaşananlar ve bir de etnisite bakımından, Türkiye’ye çok sempatik gelmediklerini düşünenler bu harekâttan tedirgin olmuşlardır. Hâlâ bilgiler teyit edilmemiş olsa da, yerinden edilmişler varsa, büyük bölümünün Kürt olduğunu tahmin etmek zor değil. Ve ne yazık ki acı gerçek şu ki, bu insanlar, devletlerin umurunda değiller. Çünkü burada daha makro amaçlar var.
Türkiye’nin, tek taraflı bir askeri harekâtın, bölgedeki insani durumu daha da zora sokacağını bilerek bu harekâtı başlatmış olmasını neye bağlıyorsunuz?
Sorun aslında, Trump gibi birinin, ABD gibi ‘aslında istikrar çıpası’ olan bir devleti yönetiyor olması! Trump’ın akıl almaz politikaları, bölge ülkelerinin, “ben ne yaparsam yapayım, uluslararası toplum bana bir şey yapamaz” demesine yol açtı. Erdoğan, bu konuda uluslararası toplumdan itirazlar yükseleceğini gayet tabii ki biliyordu, ama gerçek şu ki, Avrupalıların büyük bölümünün yaşananlardan çok da rahatsız olduğuna inanmıyorum. Avrupalılar için bir taşla iki kuş vuruluyor! Bir yandan Erdoğan’ı hedef tahtasına koyarak, yaşananlardan onu sorumlu tutabiliyorlar, diğer yandan da, ‘Erdoğan bölgeyi temizlesin yeter ki bize insan gelmesin’ hesabı yapıyorlar. Şu anda uluslararası sistem, inanılmaz bir ölçüde devletlerin kendilerini korumayı öncelik olarak gördükleri bir hale evrildi. Esad, tüm Suriye’de kontrolü kazansa, herkes neredeyse sevinecek. Demokrasi, insan hakları, hikaye! ‘Diktatör de olsa, gelsin! Yeter ki bunları kontrol etsin’ denilen bir noktaya gelindi ne yazık ki.
Türkiye’nin askeri harekâtı, Rusya ve ABD mutabakatlarıyla durduruldu. Ancak Ankara, güvenli bölge oluşturarak Suriyeli sığınmacıları buraya yerleştirme planında kararlı görünüyor. Bu gerçekçi bir plan mı?
Bu proje bana gerçekçi gelmiyor. Türkiye’deki Suriyelilerin kendi istekleri ile o bölgelere gitmesi çok zor. Çünkü o topraklar genelde onların geldiği topraklar değil. Türkiye toprakları bile, o topraklardan daha az yabancı onlara. İstenmediklerini bile bile, sürekli bir çatışma bölgesi olacak bir yere neden gitmek istesinler? Belki, ‘yeni gelecek olanları engellemeye çalışıyorum’ dese, daha mantıklı olur. Çünkü asıl endişe, İdlib’deki gerilimin tırmanması halinde, oradan 2 milyon insanın daha gelecek olması. Ayrıca söylemin aksine, bence Soçi Mutabakatı, geri dönüşlere büyük bir darbe vurdu. Çünkü Türkiye, Esad’ın otoritesini tanıdı! Esad, gitmeyecek. Bizim yaptığımız çalışmalarda, zaten dönme eğilimi olmayan Suriyeliler, ancak Suriye’de rejim değiştiği takdirde dönmeyi düşünebileceklerini söylüyorlar. Esad, af ilan etse, güvence verse bile, Suriyeliler buna nasıl inanacak? Esad sözünü tutmadı diyelim! Onları kim koruyacak bu saatten sonra? Kimse korumayacak!
Alman Savunma Bakanı Annegret Kramp-Karrenbauer’in, BM liderliğinde bir güvenli bölge önerisi gerçekçi mi?
Bu mümkün değil. Suriyeliler saf değil, aptal hiç değil. BM’nin eti ne budu ne? Srebrenitsa’da görmedik mi? Üstelik Hollanda’nın NATO askerleri oradayken, BM kamplarını basıp insanları öldürdüler, soykırım yaptılar. Avrupalılar, ‘güvenli bölge ile insanları orada tutarız üzerimizdeki baskı azalır’ diye düşünüyorlar… Ama bu gerçekçi değil. Bu işin şakası yok.
Avrupa Birliği’nin, sığınmacı krizinin çözümü konusunda Türkiye ile yeterince dayanışma gösterdiğini düşünüyor musunuz?
Avrupa için şu anda en iyi mülteci, Türkiye’de mutlu olan mültecidir. Her ülke, kendini korumaya çalışabilir, bunu anlarım! Ama o kadar abartıyorlar ki… Tamam, Erdoğan antipatisi var, anladım. Ancak bu konuyu sürekli araçsallaştırması hoş değil. O da kabul, ama… AB, sorumluluk paylaşımını, sadece Türkiye’deki Suriyeli mültecilere verilen parayla ölçüyor. Erdoğan, “Siz bize para göndermeyin artık. Biz, size on yıl boyunca yılda 20 Milyar Euro vereceğiz, ama mültecilerin yarısını, 2 milyonunu siz alın” önerisini yapsa, Avrupalılar bunu kabul edebilir mi? Hayır. Yani konu sadece mali alana sıkıştırılmayacak kadar zor. Bu konunun Türkiye için yarattığı çok büyük siyasi riskler onların umurunda değil. Oysa Türkiye’de, yakında AfD benzeri, çok daha ırkçı temelli milliyetçilik söylemi gelişecek! Bunlar, ülkemize demokratik ve insan hakları bakımından yüklenen ağır maliyetlerdir. Avrupalılar, bunu görmek istemiyorlar. Tek dertleri, kendilerini korumak. Ama dikkatlerden kaçan çok önemli bir konu var… Asıl Türkiye’deki en büyük sorun, şu anda “Suriyeli olmayan”, Afgan, Pakistanlı, İranlı mültecilerde yaşanan olağanüstü artıştır. Sadece bu yıl içinde, bu ülkelerden Türkiye’ye gelen ve yakalanan insan sayısı 300 bini aştı. Bu, rekor bir artış. Olağanüstü etik dışı, çok onur kırıcı bir tutum içerisindeki Avrupalılar, yakın zamanda Suriyeliler konusunda değil, asıl işte diğer ülkelerden kaçanlar sorunuyla yüzleşmek durumunda kalacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son dönemdeki açıklamaları sonrasında, Türkiye’de kamuoyunda, “Suriyeli mülteciler ülkelerine geri dönecek” beklentisi arttı. Bunun gerçekleşmemesi halinde, içeride gerilimin daha da yükselmesi riski yok mu?
Son araştırmalarımızda, Suriyelilerin, Türkiye’deki hayat kalitesi ve memnuniyetlerinin arttığını görüyoruz. Ama ne yazık ki, aynı zamanda Türk toplumunda Suriyelilere karşı endişeler ve kaygılar artıyor. Erdoğan’ın deklare ettiği ‘mültecileri geri göndereceğiz’ söyleminin gerisinde, Türk toplumunda oluşan bu tepkiyi giderme hedefi var. Çünkü önümüzdeki seçimlerde bu konu, Erdoğan için büyük sıkıntı olacak. Ama bu beklenti gerçekleşmeyecek ve bunun yol açacağı riskler çok büyük. Tek çare, Türkiye’deki Suriyelilerin uyumuna ağırlık vermek. Onurlu ve huzurlu bir ortak yaşam dışında başka çaremiz yok. Çünkü Suriyelilerin gidebilecekleri başka bir yer yok.
-ÖZETLE!-
Başta sorulanı, Antakya özelinde Hatay coğrafyası için, bundan önce sorduğumuz gibi bundan sonrası için de soralım mı?
Sahi, “Sosyal Uyumun Neresindeyiz?” Bu soruya cevap verirken, ne kadar gerçekçiyiz? Buna dair bugüne kadar ne yaptık? Yaptıklarımızın kurumsal kimliğinde ne kadar bir araya gelebildik? Toplum içinde, sığınmacılara yönelik var olan önyargıları dağıtmak için hangi adımları attık? Peki, ‘nefret’ ve ‘öfke’ dilini resmi kurumsal kimlik içinde paylaşanlara karşı nasıl bir tavır geliştirdik? -Tamer Yazar-