Hatay ve bölge illeri noktasında araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. Murat Erdoğan: Sığınmacılara yönelik dönüş beklentisi gerçeklikle uyuşmuyor. ‘Kim buna neden oldu, kim bunları getirdi’ haklı bir tartışma. Mutlaka siyasi hesap görülmeli. Ama ‘huzur içinde nasıl birlikte yaşayacağız’ sorusuna cevap şu an daha da önemli.”
Sayıları, son günlerde artan tepkilerin ve çoğalan cevapsız soruların gölgesinde “belki faydası olur” mantığıyla, 200 binlere kadar düşürüldü. Ancak bir Hatay Vekili eliyle, Ankara’da, TBMM çatısı altında sunulan rakamlar ne gerçeği yansıttı, ne de mevcut tablonun stresini düşürdü.
-ÖFKE DİLİ-
Hatay’dan Kilis’e, Antalya’dan İstanbul’a, gündemin ilk sırasında yer almaya devam eden Suriyeli sığınmacılar için yükseltilen sesler arasında ‘geri dönsünler’ diyenlerin sayısı hiç de az değil. Dönenlerin sınır noktalarından paylaşılan fotoğrafları ise yetmiyor, ki tüm bu taleplerin kalabalığına, kentleri yönetenlerin öfke ve nefret dilleri de karışıyor. Bu ise, sığınmacı kalabalıkların içinde oldukları toplumla olan çatışmasını daha keskin hatlarla körüklüyor. Bunun en net örneği, Hatay’da, yerel idarecilerin açıklamaları ile yaşanıyor. Toplumlar arası ‘adaptasyon’ sorunlarına çare olacak çalışma ve projelerin uzağında paylaşılan, ‘Suriyelilerin doğum oranları ve kent nüfusu içinde geldikleri ağırlıklı yer”, kentin dinamikleri adına bir ‘tehdit unsuru’ olarak sunuluyor.
-TESPİT NET-
Bugüne kadar, aralarında Hatay gibi sınır kentlerini de içine alan ‘mülteci’ araştırmaları yapan ve ‘cevapsız’ kalınan noktalarda önemli tespitlerde bulunan Prof. Dr. Murat Erdoğan’ın son paylaşımları da oldukça dikkat çekici. “Göç olgusunun fıtratında kalıcılık olduğunu” söyleyen Erdoğan’ın, bundan sonrası için izlenecek yola dair tavsiyeleri ve değerlendirmeleri ise sırasıyla şöyle:
-2011’de 58 bin mülteci olan Türkiye, 2015’ten bu yana dünyada en fazla mülteci barındıran ülke oldu. 3.6 milyonu Suriyeli olmak üzere, en az 4.1 milyon mültecinin yaşadığı Türkiye’de, bütün haklı kaygılara ve azalma eğilimine rağmen toplumsal kabul düzeyi hala çok yüksek.
-Kayıtdışı ekonomi, ki Türkiye’nin kronik sorunlarındandır ve T.C. vatandaşlarının % 33’ü, yani 10 milyonu kayıt dışı çalışıyor, Suriyelilerin ekstra işsizlik yaratmadan hayata tutunmasını sağladı. Ayrıca Suriyelilerin yaygın bir suç ilişkisi de olmadı. Bunlar, kabulü kolaylaştırdı.
-Ama 8 sene geride kaldı. Türkiye, kısa vadeli projelerle yetinmemeli, politika üretmeli. Stratejik karara ve kapsamlı politikaya ihtiyaç var. Bu olmaz ise, mülteciler çok dinamik bir sorun kaynağına dönüşebilir. En başta da, ırkçılık temelli bir nefret söylemi hepimizi yakar.
-Göçün fıtratında kalıcılık var. Kimse kusura bakmasın, dönüş beklentisi gerçeklikle uyuşmuyor. “Kim buna neden oldu, kim bunları getirdi” haklı bir tartışma. Mutlaka siyasi hesap görülmeli. Ama “huzur içinde nasıl birlikte yaşayacağız” sorusuna cevap şu an daha da önemli.
-“Yerel uyum” öncelikli uyum politikaları, kendi huzurumuz için elzem. Onurlu ve huzur içinde bir yaşam için sürdürülebilir politikalara ihtiyaç var. Aksi halde bu kadar emek, fedakarlık ve maliyet heba olur. Unutmayalım, nefret bulaşıcıdır, ayrıştırıcıdır. Bundan kaçınmak gerekir.
-Türkiye’deki mülteciler konusunu küçümsemek ve “yarın dönecekler” havası vermek de çok sorunlu. Dünyada ender görülen bu sosyal şoku, toplumun kaygılarını anlamak ve sorunu, hak ve birey temelli çözmeye çalışma ile giderebiliriz.
-Türkiye’de toplum, mültecilere 8 sene fedakarca destek olsa da, geleceğini mültecilerle paylaşmaya hiç hazır görünmüyor. Vatandaşlık politikası, daha şeffaf ve toplumun desteği ile yürütülmeli. Sağlıklı bir iletişim stratejisi oluşturulmalı.
-Kamu hizmetlerine ulaşımda (eğitim, sağlık vb.) 2011’den önce sahip olduğu imkanlardan geriye gidenlerin şikayetleri ciddiye alınmalı. Duygusal söylemler artık anlamını yitirdi. Gerçekçi ve orta-uzun vadeli politikalara ihtiyaç var.
-Türk toplumu, dünyaya örnek bir dayanışma efsanesi ortaya koydu. Bunu dünyaya anlatmanın en etkisiz yolu, politik liderlerin konuşmalarıdır. Asıl olarak akademisyenler, STK’lar, uluslararası kurumlar, Türkiye’yi dünyaya anlatmalı. Süreçte, STK’ların rolü ve katkısı olağanüstü yüksek.
-STK’larda ve uluslararası kurumlarda çalışan 30 bini aşkın pırıl pırıl Türk genci; insani yardım, kriz yönetimi, proje geliştirme ve uygulama gibi kapasitelere ulaştı. Bu gençler, orta ve uzun vadede büyük kazanç. Kamu kurumları – STK işbirliği için yeni alan oluştu.
-Halen Türkiye’de 1.2 milyon Suriyeli çalışıyor. 17 bin şirket kuruldu. 650 bin çocuk okullaştırıldı. 27 bin üniversite öğrencisi var. Türkiye’nin her yerine yayılan Suriyelilerin en az 450 bin bebeği Türkiye’de doğdu. Bu durum iyi okunmalı. Üniversiteler daha aktif olmalı.
-Mülteci sorununu dışsallamaya çalışan AB için, “En iyi Suriyeli Türkiye’de mutlu Suriyelidir!” AB’nin uyum çalışmalarına verdiği desteğin arkasında “kendilerini koruma refleksi” olduğunu biliyoruz. Ama kendi huzurumuz için “kendi uyum politikamızı” geliştirmek bizim ihtiyacımız.
-Uyum denilen şeyin ne olduğunu bilen de yok, tek bir tanımı da yok. Ama uyum için “bir arada, huzur içinde yaşama kültürü” diyebiliriz. Yerel uyum öncelikli kendi modelimizi geliştirmeliyiz. 2 aktörden, Devlet kapasite; Toplum ise birlikte yaşama kültürü geliştirmeli.
-Birbirini sevmeyen, neredeyse nefret eden, herkesin bir diğerini vatan hainliği ile suçladığı, ortadan bölünmüş bir toplumdan, “sonradan gelenleri” anlamasını ve sevmesini beklemeyiz. İşe, kendi toplumumuzda nefret söylemini, kutuplaşmayı azaltarak başlamalıyız.
-MESAJ BİZE!-
Prof. Dr. Murat Erdoğan’ın tespitleri içinde yer alan bir madde, özellikle, Mustafa Kemal Üniversitesi ve İskenderun Teknik Üniversitesi bağlamında, Akademisyenlere de ciddi bir sorumluluk yüklüyor.
“Türkiye’de halen 1.2 milyon Suriyeli çalışıyor. 17 bin şirket kuruldu. 650 bin çocuk okullaştırıldı. 27 bin üniversite öğrencisi var. Türkiye’nin her yerine yayılan Suriyelilerin en az 450 bin bebeği Türkiye’de doğdu. Bu durum iyi okunmalı. Üniversiteler daha aktif olmalı.”
Özellikle, kent içinde ciddi bir kalabalık yaratan sığınmacı kültürünün, mevcut kent kültürü içinde ayakta kalma mücadelesinin yeni bir ‘çatışma’ aralığı yaratmaması adına, bu devreye giriş oldukça önemli. Peki, şu ana kadar bu noktada çok da aktif olmayan iki üniversite yönetiminden, bundan sonrası için daha üretken adımlar bekleyebilir miyiz?
-ANLATMAK!-
‘Güvenlik’ nedeniyle adını vermek istemeyen ve ‘ülkelerine geri dönenlerin’ yarattığı ‘diğerleri ne zaman döner’ sorusunun ağırlığını fazlasıyla yaşayan bir Suriyeli anlatsın, Antakya’daki yaşamını ve beklentisini…
“Benim çevremden de gidenler oldu. Bir şekilde hayata kaldığı yerden, ‘ne olursa olsun’ devam etmek isteyenler onlar. Ama gittikleri yerde buldukları yerler, bıraktıkları yerler değil. Altyapısı çökmüş, kentleri bombalanmış yerlerden bahsediyoruz. Şimdilik buradayız, ama merak edenler için, evet, ben de geri döneceklerdenim. Ama o zaman kadar, kardeşlerim gibi ben de günü kurtarma adına bazı işlerde çalışıyoruz, çalışmaya da devam edeceğiz. Niye mi? Burada yaşam bizler için çok zor, hele ki sizi kabul etmede zorlanan bir kentte yaşıyorsanız. Onlar da haklı. Yanlışı olanlarımız çok. Ama hepimizi aynı potada eritmek adil mi? Aslında, bizlerin de sizlere anlatmak istediği çok şey var. Bize ait bir yaşam kültürü var mesela… Hiç yemekleri-mizden yediniz mi? Çok iyidir! Şarkılarımız, eğlencelerimiz… Belki de karşılıklı bir araya gelemedik ve artan sorunlar da bu yüzden! Fırsat tanınsa…”
Finali biz yapalım ve o son ‘kelimede’ durup, biz de soralım! Kent idarecileri, Antakya özelinde, Hatay’da bulunan sığınmacı kültürünün adaptas-yon süreci adına, ‘birbirimizi birbirimize anlatalım’ der ve beklenen o adımı atar mı? Asıl olarak da, istenen o “fırsatı” tanır mı? Cevap! -Tamer Yazar-