Güle güle öğretmenim…

Dursaliye Şahan Sevgili arkadaşım Sevim, Ne yalan söyleyeyim, “Ameliyata gidiyorum” dediğinde önemsememiştim. Böylesine bir haber önemsenmez mi? “Acaba niye aldırmadım” diye düşündüm sonra. Gülümsemediğin hiçbir ifadeni hatırlamıyorum. O gülüşler o kadar içten, o kadar hayat doluydu ki, eminim benim gibi birçok insan senden böyle bir erken son beklemiyordu. Haberi duyduğumda aklıma ilk buluşmamız geldi. Antakya […]

Dursaliye Şahan

Sevgili arkadaşım Sevim,

Ne yalan söyleyeyim, “Ameliyata gidiyorum” dediğinde önemsememiştim. Böylesine bir haber önemsenmez mi? “Acaba niye aldırmadım” diye düşündüm sonra.

Gülümsemediğin hiçbir ifadeni hatırlamıyorum. O gülüşler o kadar içten, o kadar hayat doluydu ki, eminim benim gibi birçok insan senden böyle bir erken son beklemiyordu.

Haberi duyduğumda aklıma ilk buluşmamız geldi. Antakya Parkı mıydı o, Mehmet Salman’ın bizi buluşturduğu yer? O ilk sohbetten aklımda kalan; “Nasıl hikâye yazıyorsun? Bende yazmak istiyorum” sorusuna, “Hiç denedin mi?” diye sormuştum. Sen de “Evet” demiştin, ama çok istememe rağmen o hikâyelerden hiç birini vermiyordun.

“Eh” diyordum, ben de kendi kendime… “Bir Edebiyat Öğretmeni iyi hikâye yazamayabilir, ama iyi hikâyeyi bilir. Yazdıklarının yeterli olduğunu düşünse elbet verir.” Bak bu bir ön yargı itirafı oldu Sevim’cim.

Sonra sen bir gün bana elde yazdığın iki sayfalık bir deneme verdin. “Bak bakalım nasıl bulacaksın?” demiştin, ama ben hiç bakmadan eve getirmiştim. Ne yalan söyleyeyim, öyküden çok öykünme türünden bir şeyler bekliyordum.

Gece yarısı çantamı karıştırırken elime geçince şöyle bir bakmış, sonra da elimden bırakamamıştım. Kahvemi alıp, köşeme oturarak bir kez daha okumuş, sonra da seni aramıştım.

“Sevim, sen bana bu öykünün nesine bak demiştin?”
Uykulu uykulu yanıtlamıştın.
“Bilmem. Beğenmedin mi?”
“Deli misin? Çok güzel olmuş. Diğerleri nerede? Onları da okumak istiyorum.”
“Yarın okula gideceğim, uyumam gerek” diyerek telefonu kapatmıştın.

Sonraki buluşmalarımızda, birlikte sinema öyküleri yazmayı planlamıştık. Ama her birimizde iki çocuk, bir türlü birlikte zaman ayıramıyorduk.

Arada bir haberleşiyorduk. Sen bütün yazı planlarını emeklilik günlerine ertelemiştin.

Sonra ben Londra’ya geldim. Tottenham Çocukları romanımı sana gönderip yorumunu merakla beklemeye başladım. Hasta olduğunu söylememiştin o ara.

Yoksa biliyor muydun Sevim? “Ameliyata gireceğim, ne olur ne olmaz? Yazayım da aklında kalmasın” mı demiştin?

Birkaç gün önce kütüphaneyi düzeltirken, gözüme ve “Tanrı Aşkı Yarattı” kitabı ilişti. Şöyle bir karıştırdım. Evet, unutmamışım. Üçüncü öykü senin. “Hep saçımı çekerdin ya, artık çekemeyeceksin. Çünkü kısacık kestireceğim saçlarımı…” diye başlayan Balkız’ın Muradı.

Elimdeki işi bıraktırdın bana yine. Yıllar öncesinde olduğu gibi, bir kahve yapıp koltuğa oturdum. Yeni baştan okudum. Ne güzel yazmışsın Sevim. Son cümlen: “Ama artık kendi toprağımızda, kimseyi üzmeden ve kimsenin bizi üzmesine izin vermeden, börtü böcekle, ağaçla kuşla, denizle güneşle, balıkla oltayla, güneşin yüzümüzü yakmasının keyfini çıkararak, ama hep güven içinde yaşayacağız…”

Huzurlu uyu öğretmenim.

Exit mobile version