Dünya’nın hiç bir yerinde yok…
Esin Övet: “Bizler, genellikle ‘Hatay’ deriz. Ancak oraların yerlisi, memleketlisi, ‘Hatay’ denmesinden rahatsız. Tıpkı Gazianteplilerin ‘Antep’ denmesinden rahatsız oldukları gibi. Yani ‘Hatay’ değil, ‘Antakya’ denmesi gerekiyormuş efendim. Doğrusu buymuş.”
Kendini anlatma konusunda sıkıntıları olanlarız. Kendine ait olanları koruma konusunda da o sıkıntıları aşamayanlarız! Ancak her şeye rağmen; kadim kentin binlerce yıllık derinliği, çok dinli ve çok dilli fotoğrafı, dünyanın her yerinden, ‘kutsal’ denen topraklara ilerleyişin en büyük nedenleri oldu, dün de bugün de. Adına kitaplar yazılan, eski Roma’nın görkemli kenti Antakya’yı kaleme alan son isim mi? HaberTürk Köşe Yazarı Esin Övet.
“Medeniyetler şehri Antakya” diye başladığı yazısına, “Neden Antakya?” kısmına cevap vererek devam etmiş Esin Övet ve aslında birçoğumuzun kendi içinde tartıştığı ‘Antakya – Hatay’ karmaşasına, dışarıdan bakan biri olarak şunu söylemiş…
“Başlıkta dikkatinizi çekmiştir, Antakya yazmış olmam, ki bizler genellikle ‘Hatay’ deriz. Ancak oraların yerlisi, memleketlisi, ‘Hatay’ denmesinden rahatsız. Tıpkı Gazianteplilerin ‘Antep’ denmesinden rahatsız oldukları gibi.
Yani ‘Hatay’ değil, ‘Antakya’ denmesi gerekiyormuş efendim. Doğrusu buymuş.”
Bir davet ile başlayan Antakya gezisini köşesinde kaleme alan ve yeni bir turizm sezonuna hazırlanan yorgun kent Antakya için keyif veren cümleler kuran Esin Övet, ara başlıklarla devam etsin bugüne ve son cümlesinin ardından, nokta için biz alalım o kalemi elimize!
O zaman, söz, Esin Övet’te…
-ROTAMIZ ANTAKYA-
Beni bilen bilir. Memleketimle ilgili bir seyahat varsa, işimi gücümü bırakır, koşarak giderim. Lezzet Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Vecihe Sözeri “Antakya’ya gidiyoruz, gelir misin?” dediğinde, bir saniye bile düşünmediğim gibi, işlerimi de iptal ettim. Memleketimin her yeri bana cennet geliyor.
Gaziantep, Şanlıurfa, Mardin, Adana, Mersin, Malatya, Kapadokya gibi, memleketimin her köşesine gittim. Ve daha da gitmekten sıkılmam, bıkmam, usanmam. Çünkü oraların havası, dokusu, yemeği, tarihi dünyanın hiç bir yerinde yok. Ki Antakya, medeniyetler şehri. Bir camii ve bir kilisenin iç içe olduğu, bütün dinlerin bir arada kardeş gibi yaşadığı yerlerde olmak, inanın huzur veriyor.
-SAHİP ÇIKIN-
Antakya Arkeoloji Müzesi’nin kapısında gördüğünüz “Doğunun Kraliçesi Antakya” sözü sizi karşılıyor. Ben bu sözü, sosyal medyada paylaştığım zaman biraz eleştiri aldım. Bana; “Ne, Doğu mu? Güldürmeyin bizi Esin Hanım. Burası güney!” gibi cümleler sarf edildi. Ancak Antik çağlarda “Doğu’nun Kraliçesi” olarak adlandırılan, eski adıyla Antiocheia’dan bahsediyordum. Tıpkı müzede rehberimizin anlattığı tarih gibi.
Oralarda yaşayanların, özellikle tarihlerine sahip çıkmasını arzu ederim. Bir kere Roma ve İskenderiye’den sonra Roma İmparatorluğu’nun üçüncü önemli kenti. Bugünkü Antakya, aslında tam da, çağlar boyu çeşitli uygarlıkların yerleştiği noktanın üzerine kurulduğu için, mutlaka tarih öncesi çağlara uzanan tarihi araştırmak ve öğrenmek gerek. 1932-1939 yılları arasında yapılan arkeolojik kazılar sonucunda, geçmişi tüm ihtişamıyla ortaya çıkmaya başlamış eserler ve muhteşem mozaikler var müzede. Bizler de turumuza ilk olarak müzeden başladık. Ardından da St. Pierre Kilisesi’ni görmeye gittik. Oradan da Asi Nehri’ni görüp, TitusTünelleri’ni gezdik.
-LEZZET TURU-
Rehberler, “Antakya, yemekten ibaret değil. İnanılmaz bir tarih var bu topraklarda. Sadece yemeklerden bahsetmeyin” deseler de, yemeklerden kendimizi alamıyoruz elbet. Antakya da doğmuş, büyümüş Şef Jale Balcı ile Shop Fly Antakya Lezzet Gezisi’nde tüm lezzetleri tattık. Jale Balcı, bize Antakya’nın tüm lezzetlerini tattırdı, özel mekanlarda yemekler yedirdi. İnanın o yöreye gittiğiniz zaman, “Ne diyet, ne spor, ne de yaz geliyor bikini giyeceğim” gibi kaygılar taşıyorsunuz. Çünkü o lezzetleri her zaman bulamıyorsunuz. Tabii ki tarihten kopmadan, o lezzetlerin de tadını çıkartmak gerek.
-AKLIMDA KALAN-
TitusTünelleri’ni gezerken, o yörede muhteşem zahter ve kekik kokusu sardı dört bir yanımı. Antakya’da yediğim çilek ve çağla, beni benden aldı. Ben, İstanbul’da çilek ve çağla yediğimi zannediyormuşum. Çocukluğumdaki lezzeti buldum. Bu arada, çilek toplandıktan sonra sekiz saat içinde tüketilmesi gerekiyormuş.
Künefe yemeden asla dönmeyin. Künefe, öyle sizin bildiğiniz künefelerden değil. Çok başka bir lezzeti var. Hayır, acaba o yörenin havasından mıdır, suyundan mıdır bilmem, ama çok daha lezzetliydi, ki İstanbul’da bir çatal alıp bırakırım. Orada hepsini yedim, söylemesi ayıp. Oruk, tepsi kebabı, künefe, kaytaz böreği yemeden dönmeyin. Pişman olmayacaksınız.
-ZAHTER ALIN-
Defne yağı ve sabunu da almayı unutmayın. Özellikleri saçlarınıza iyi gelen defne yağını yanınızdan ayırmayın. Bu arada, defne yağının içine iki aspirini ezip koyarsanız, tüm eklem ağrılarını da geçiriyormuş. Yörenin insanların anlattığı özel bir bilgi bu. Tabii ben denemedim henüz, ama defne yağı, sabunu ve yaprağı pek kıymetliymiş oralarda. Konak Restoran’a mutlaka gidin derim. 130 yıllık bir konak ve atmosferi çok iyi. Zaten yolda karşılaştığım birçok kişi de bana orayı tavsiye etti. Alışveriş yapmayı tabii ki ihmal etmeyin. Ve mutlaka pazarlık yapın. Pazarlık yapmaya çok açıklar. İnsanları çok saygılı ve hoşgörülü. Mardin’i nasıl sevdiysem, Gaziantep’i nasıl sevdiysem, Mersin ve Adana’yı nasıl sevdiysem, Şanlıurfa’yı nasıl sevdiysem, Antakya’yı da o kadar çok sevdim. Daha fazla sevdim. Rehberimiz, “Antakya’ya bir gelen, bir daha gelmek ister. Çok kez gelen, buraya yerleşmek ister” yorumunda bulundu.
-SON SÖZ!-
Antakya mutfağının İstanbul’daki en önemli temsilcilerinden biri, Yemek Kitabı Yazarı ve Şef Jale Balcı’nın rehberliğinde, Antakya özelinde Hatay’a gelen kalabalık bir grubun ardından kaleme alınan yazılardan biri oldu, HaberTürk Köşe Yazarı Esin Övet’in bu keyif veren Antakya anlatımı. Anlatılanlar keyif verdi vermesine de, özellikle bir cümlenin altını çizelim mi? “Oralarda yaşayanların, özellikle tarihlerine sahip çıkmasını arzu ederim” diyenin… Niye mi?
Geride kalan hafta sonu, çok sayıda tur otobüsünün ve kalabalık turist gruplarının ev sahipliğinde, hareketli bir hafta sonu geçirdi, Antakya. Meraklı gözlerle etrafı izleyen, ellerindeki fotoğraf makineleri ile sürekli her detayı fotoğraflayan, cep telefonlarıyla anı kaydeden kalabalıkları izlerken, “Anlatılanlar da yazılanlar da güzel olmasına güzel de, bu kenti neden ‘bavulunu toplamış ve her an bulunduğu yeri terk edecekmiş gibi duran biri’ gibi muhafaza ediyoruz” sorusu geliyor akla!
Konu ne otel sayısı, ne de yatak kapasitesi! Konu, gelenlere, onlara anlatılan Antakya’yı sunabilmek! Eski Roma kentini… Taş ve ahşap evlerin, masalsı dünyasını… Görkemli mozaiklerin müzesini… Dünyanın ışıklandırılmış ilk caddesini… 500 rakımlı bir tepenin zirvesinde bekleyen Saint Simon Manastırı’nı… Çevlik’te kalıntıları bulunan Selecuia Pieria antik kentini… Antakya’ya bağlı Küçükdalyan Mahallesi’nde, eski Roma’dan kalma hipodromu…
Peki, kitap sayfalarında anlatılan, tarihin ve kültürün başkenti Antakya’yı, gelen misafirlerimize gerçekten de sunabiliyor muyuz? Eldeki liste üzerinden biraz düşünelim! Ama ‘iğne ve çuvaldız’ hikayesinden kaçmadan! -Tamer Yazar-