Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Hayallerimiz Bilinmezliğe uçtu!

Fransa’nın Strasbourg şehrine iki aylık bir görev için gitmiş, ancak

Fransa’nın Strasbourg şehrine iki aylık bir görev için gitmiş, ancak patlak veren bir salgının küresel hikâyesinde Türkiye’ye dönmeye çalışırken de zorlu bir duygusal trafik yaşamış, Avukat Ecem Doğru. Yaşadıklarını, “Dünyanın en güzel kentinde bile olsa, insan, evini arıyor” diyerek kaleme alan Doğru, dünyanın bu en çaresiz halini kendi kelimeleri ile anlatsın ve desin ki…

“Fransa’nın Strasbourg şehrine iki aylık bir göreve gitmiş ve Kleber’de, kırmızı panjurlu evimde almıştım, ‘acilen yurda dönüş’ çağrısını. Genç nesil olarak, birçok sosyal ve siyasi krize tanık olmuştuk. Ancak iletişimlerimiz ve sosyal bağlarımız ile güçlenen bir biyolojik kriz, ilkti ve inanılması güçtü bizim için. Ben de inanmak istemeyenlerdendim. Hayır, görevim bitene kadar dönmeyecektim ülkeme. Ta ki bu süreci, sevdiklerimin nefesini hissetmeden atlatamayacağımı anlayana kadar…”
Bu ifadeler, Hatay Barosu Avukatlarından Ecem Doğru’ya ait. Koronavirüs salgınının küresel boyutta geldiği zorlu sürecin ilk aşamasını Avrupa’da karşılayan Doğru, Türkiye’ye dönüş hikâyesini ve yaşananları, Bavul Dergisi için kaleme aldı.
-FRANSA!-
Avukat Ecem Doğru ile beraber, hikâyesini Antakya’ya taşıyan Fransa’nın korona güncesi mi? İfade edilene göre, Fransa’da 2019-20 koronavirüs salgınının ilk vakası, 24 Ocak 2020’de Bordeaux şehrinde görüldü. 14 Şubat 2020 tarihinde, Paris’te, ülkedeki ve Avrupa’daki COVID-19’dan ilk ölüm gerçekleşti. 17 Mart 2020 tarihinde ilan edilen kısmi sokağa çıkma yasağı, 27 Mart 2020 tarihinden itibaren, 15 Nisan 2020 tarihine kadar uzatıldı. 13 Nisan’da halka seslenen Fransa Cumhurbaşkanı Macron, kısmi sokağa çıkma yasağının 11 Mayıs’a kadar uzatıldığını açıkladı. 9 Mayıs 2020 itibariyle; Fransa’da 176.658 onaylanmış vaka, 56.038 iyileşen varken, virüs nedeniyle 26.310 hasta ise hayatını kaybetti.
-VE ANTAKYA-
Fransa’nın yaşadığı bu sıkıntılı sürecin içinden Antakya’ya doğru yol alan ve kendi hikâyesini paylaşan Ecem Doğru, bundan sonrasını, kendi kelimeleri ile devam ettirsin ve hikâye de, ara başlıklarla ilerlesin…
-DÖNÜŞ ANI-
Dönüş günü yaşadığım çaresizlik hissiyle, havalimanında salya sümük ağlayan küçücük bir kız çocuğuna dönmüştüm. Bunları, uzun uzadıya anlatmayacağım. Çünkü artık yurdumun güneyinde, memleketimdeyim. Evimdeyim. Gecenin üçü uyanıp beni teselli eden, havalimanında ağlak ve ürkek çocuğunu yalnız bırakmayan, annem ve babamlayım.
Dünyanın en güzel kentinde bile olsa, insan, evini arıyor. Peki ya ev dediğimiz şey nedir? Sevdiklerimizin kokusu mu, sıcaklığı mı, yoksa köyümüz mü? Taşrada yaşayanlar bilir. Burası, hep bahçe, her yer sere serpe ve sırılsıklam su. Her evin bir kuyusu, bir de suyun neşesini arttıran dinamosu vardır çünkü.
-GERÇEĞİM-
Ve şimdiki gerçeğim; odamın terasını paylaştığım, sabah serinliğinde durmaksızın cik cik öten, kırlangıç oldukları asaletlerinden anlaşılan iki minik kuşun ev arkadaşı olmaktı… Her sabah, onların sesine uyanıyor, perdeyi aralayıp hissettirmeden onları izliyorum. Ve sabahın erken saatlerinden başlayarak, gün içerisinde, gagalarıyla taşıdıkları hafif ıslak, çamurumsu toprağı ve ince uzun ağaç çöplerini nasıl bir sabırla, gün gün duvara monte ederek yuva yaptıklarına tanık oluyorum. Kendi dünyaları için, birbirleriyle uyuyabilmek için koşuşturan iki kuşun, her gün ilmek ilmek ördükleri topraktan tuğlalarıyla bir yuva yapma umudunu hissediyorum.
-UMUDUM-
Bugünlerde benim gerçeğim, bunlar. Fotoğraflarını çekip sevdiklerimle paylaştığım, bu kuşlar. Terastan usulca geçişlerimin sebepleri, çalışma masamın yönünü umuda çevirmeme sebep bu kuşlar. Her sabah yataktan kalkarak pencereye koşma gücünü bulmama sebep, bu kuşlar…
Bunları, yazıma renk katmak için paylaşmadım. Çok büyük zevklerim olmadı bugüne kadar. Bu nedenle çok büyük özlemlerim de yok. Kitaplar, yazı çizi notlar, evim, sevdiklerim yetiyor.
‘Güneşin olsun gönlünde. Ve başkaları için bir diyeceğin olsun, tasada ve bunalımda. Ve seni mutlu edecek her şeyi söyle onlara da’ dizelerini mırıldanırken, ben de size hatırlatmak istedim. Sizin de, güzel şeyleri duyumsamak, hissetmek için sebepleriniz vardır mutlaka. Bulun ve bulduktan sonra sımsıkı tutun, peşini bırakmayın istedim.
Bizim, elimizden gelebilecek tek mucize, yaşama sıkı sıkıya tutunmaktır çünkü. Hayatın kırılganlığını her gün daha fazla korumak…
-BİLİNMEZLİK-
‘Bugünlerin hikâyesi nasıl anlatılır’ demiş bir yazar! İçinde olduğumuz bir an var ve bu anın hikâyesi, henüz yazılmamış. Ama biz, bir şeyler karalamaya başladık. Hepimizin, gündelik, doğallaşmış yaşam akışı şaştı bir anda. Hayallerimiz, bilinmezliğe uçtu.
Ve hiçbirimiz, böyle bir dünya yaşayacağımızı düşlemedi bugüne kadar. Pandeminin ne anlama geldiğini kitaplarda okuduk sadece. Güvenli kaçış olanağı olmayan, kimseleri de esirgemeyen, ölçüsüz bir salgınla ilk kez burun buruna geldik. Şimdi ise aklımız ve ruhumuz orada.
Ya dünya! Dünyanın dört bir tarafındaki hava ve deniz seferleri durdu. Ülkeler, birbirlerine kapılarını kapattı. Şehirlere bile çıkmak imkânsız hale geldi. ‘Ve insanlar, evde kaldılar, kitap okudular ve dinlediler. Dinlendiler, egzersiz yaptılar, sanat yaptılar, oyun oynadılar ve yeni varoluş yollarını öğrendiler.’
Ama insan, hasta ve kırılgan şimdi. Ölümden, açlıktan ve hatta emniyetsizlikten ürkek. Kendiliğinden olanlar karşısında, plansız ve çaresiz. Bir düzen yokluğu içinde.Ve her gün daha çok düzensizlik yaratıp, daha çok çaresiz bırakan soyut kararlarla, bir sözü ilk söyleyen olma telaşı ile ispatsız, temelsiz ve muğlak bilgilendirmelerle, hayatlar oradan oraya savruluyor. Kaçamak cevaplarla insanlar çocuklaştırılıyor.
“YA DA’SI YOK!-
Mesafeler yaratmak, yeni bir durum değil bizim için. Salgın öncesi de, sosyal yakınlıklar ‘yüzeysel’ ve insanlar da birbirinden yalıtılmış haldeydi. Çocuklar bile anne-babalarını bir arada bulamamanın eksikliğini yaşıyorlardı. ‘Şimdi, daha büyük yalnızlıklar geliyor’ diye düşünebilirsiniz. Doğru, ama yüreğimize yılgı salmak yok… Birbirimizden daha çok uzaklaşmayı seçmek yerine, birleşmeyi seçebiliriz. Aynı dertleri, aynı sevgiyi paylaşmamış, kalbimize ve düşüncemize uzak gelen insanları da hoşgörüyle kabul edebiliriz. Ya onların özgürlüklerini ciddiye alacağız ya da görmezden geleceğiz… Ya ‘hayata, şefkate ve yaşayan her şeye sınırsız ve ayrımcılıksız önem vereceğiz’ ya da daha çok tahammülsüzleşeceğiz… Ya kapsayıcı, samimi olacağız, ya etik ve çalışkan olmayı ilke edineceğiz, ya her gün zamanla evrilen her türlü inanca değer vermeyi, saygı duymayı öğreneceğiz, ya da…
‘Ya da’sı yok… Ben, ılımlı olan her şeyi, umudu, tüm umutları, yani tüm‘ya’ları seçiyorum. Çünkü diyalog, her zaman sevgiden, şefkatten, anlayıştan ve kabulden doğuyor. Ve ben, diyalog kurabilmeyi seçiyorum. Tanıdığım, tanımadığım herkese selam verebilmeyi, eski zaman insanı olmayı ve yaşlı elleri öpmeyi kutsallaştırmayı seçiyorum.
Henüz yolun başındayız. Şimdilik, eskiden hissettiğimiz duyguların anılarını sürdürüyoruz. İnsanlar, birbirlerine kavuştuklarında duyguları da kavuşabilecek mi, merak ediyorum. ‘Kavuşsun duygular’ diliyorum.
-VAR OLMAK!-
Diğer yandan, bu salgın ortamında yüksek düşüncelerin, dostluk ve birlikteliklerin doğması işine gelmeyenleri de huzursuzlukla takip ediyoruz. Bunun yanı sıra, kendi küçük çemberimizde sıkışıp kalmamızı isteyen, insan etkileşiminin asgari olmasını ümit eden, insan sevgisini ve algısını küçümseyen, maddi olan her şeye evleviyetle önem atfedip, materyalleştirilemeyen kokuları, duyuları, içselliğimizi, öznelliğimizi unutturmaya çalışan otoritelerin varlığını yine tedirginlikle hissediyoruz. Hümanizmin yerle yeksan edilişini yaşıyor gibiyiz belki de.
İnsanlığın umutları ve özlemleri karşısında, duygusuz devlet mekanizmasının zalimliğini anlatan distopik dünyanın içinde boğuluyor gibiyiz. Bireyin, kendini baskı altında hissettiği, kişisel özgürlüklerin yok edildiği ve yaratıcılığın bastırıldığı toplumda var olmaya çabalıyoruz.
Bütün bunlar, çok farklı biçimlerde ve pek çok farklı sebeple karşımıza çıkmış olabilirdi. Fakat bir salgın döneminde kendini hissettiriyor olması, onulmaz. Biçare…
-VE ZAMANI…-
Bir umutsuzluk ve güvensizlikle, normalliğe dönüş düşüyle yalpalandığımız şu anda, aklıma, 17.yüzyılda veba için söylenen bir hakikat geliyor: ‘Bir büyük salgın, sadece tıbbi bir mesele değildir. Bu, en az onun kadar da sosyal bir meseledir. Ekonomik ve sosyo-kültürel hayatımızı nasıl örgütlediğimizle çok ama çok ilgilidir.’ Yani artık kar etme zamanı değil! Malı ve üretim aracı olanın, sağlıklı bir hayat için diğer insanlara el uzatması zamanı, gönüllü dayanışma örnekleri sergilemek, sosyal eşitsizliği ve adil olmayanı tersine dönüştürmek, paylaşmak, daha sosyal bir dünyayı hayal etmek zamanı. Hayatta kalması için evde kalması yeterli olmayan, üretimin gücünü elinde tutan asıl seçkin sınıfı (emekçiyi) yüceltmek, sahiplenmek zamanı. Onu; işsizlikten, açlıktan ve işveren şiddetinden korumak, acılara karşı ilgisizlikle mücadele etmek zamanı. Eve ekmek götüren çocuk işçinin boğazındaki düğümü, yüreğindeki çığlığı duymak zamanı. Kelimelerimiz ve düşüncelerimizde daha temkinli daha samimi olmak, sahip olduklarına minnettar olmak zamanı. İlişkilerin değerini, işbirliğinin yararını, güven ve dürüstlüğe duyulan ihtiyacı anlamak zamanı. Önyargılarımızı, nefretimizi ve bütün cimriliklerimizi, dumanlı gökyüzünü bir kenara bırakma zamanı.
Çünkü… Bugün yapılan ve yapılmayanlar, yarın yapılabilecek olanları belirleyecek.  Tamer Yazar