Canlılığın her fısıltısına yakın olmak, her türün içinde, bilincinde olmak… Denizin derinliklerine, binlerce yılın üretimine, türküsüne, şiirine dokunmak…
Zordur sıcağın dumanına yakalanmak…
Geride kalanları karşılayamamak zor…
Geçmişe sinen şaşkınlık, çabucak tüketilen bir an…
Gerçeğin kulağına fısıldanan telaş…
Sözcükleri geleceğe süzülen şiir…
“Ne garip şey
kavuşamamak,
güneşi boynuma asıp,
umutlara maviler sermek…” diye yazmış Uğur Kaynar
Yaşamı çakıl taşına işleyen hüzün hangi sesi kucaklar?
Doğayla bütünleşmekten başka hangi kaygıyla yüzleşebilir?
Hayal, ses ya da sizi inadına uyandıran kaygılı bir ritim…
“Öldüğümde
doğduğum yere gidiyorum
yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği
işte böylesine yeniyorum…” diye yazmış çantasında bulunan son şiirinde.
İncinmiş bir yolculuğun patikası hiçbir şeyi iyileştirmiyor. Bir şiir, bir türkü olmanın çok ötesi…
Duygunun kendisi bir ağıt değil mi yoksa?
Geçmişe dönük bir acı, bilincimizden taşan o son…
Duyulmadık bir sesin çağlaması…
Bilinmedik bir merdiven basamağında ölümü beklemenin kendisi ağıt değil mi?
“Ah sevgilim derdim, ölüm
ne kadar çoktu yaşadığımızda…” diye yazmış Behçet Aysan
Bu hayatta karşılaşabileceğimiz en olağan durum neydi?
Tenha bir sokağın hecelerini adımlayan ritim…
İkili sayı sistemini eskiten aritmetik…
Doğaya fısıldanan mitoloji…
Kırık bir cümle hangimizi sağaltır ki?
“Bütün hayatları bilmek isterdim
ilginç geliyor bana bir gemicinin anlattıkları…” diye yazmış
Dumanlı bir koridorda cebelleşen adımlar, ardına bakmayan bir gözyaşı…
Metin Altıok düşüyor aklıma, Behçet Aysan ve Uğur Kaynar…
Merdiven basamaklarına sinen o şaşkınlık o bilinmezlik düşüyor…
Canlılığın tümüne yakın olmak, her türün içinde bilincinde olmak…
Denizin derinliklerine, binlerce yılın üretimine, türküsüne, şiirine dokunmak…
Ve Metin Altıok’un heceleriyle;
“Ben şimdi kanayarak
Senin için yaşıyorum;
Sazan derisi gibi
Günlerimi külle soyarak…”
Murad DEMİRKOL