Hiç

Hangi sözcük kendinden fazlasıyla anılır ki, Hangi hız yaşamın ritmine dokunabilir? Kaygının diğer adı sanrı olmalı… Perdenin diğer ucundaki oyun, belleğe eklemlenmiş anlam, Kıvranmak bir yana, kendini başka gezegene sarkıtma telaşı… Zamanın kesik dilimleri, söylenceleri ya da efsaneleri Kaçıncı boyutsa o işte. Birinci, ikinci, adı her neyse ki artık hiçbir isimlendirmenin tarafı olmamak gibi… Rakamlar, […]

Hangi sözcük kendinden fazlasıyla anılır ki,

Hangi hız yaşamın ritmine dokunabilir?

Kaygının diğer adı sanrı olmalı…

Perdenin diğer ucundaki oyun, belleğe eklemlenmiş anlam,

Kıvranmak bir yana, kendini başka gezegene sarkıtma telaşı…

Zamanın kesik dilimleri, söylenceleri ya da efsaneleri

Kaçıncı boyutsa o işte.

Birinci, ikinci, adı her neyse ki artık hiçbir isimlendirmenin tarafı olmamak gibi…

Rakamlar, oldum olası bir tanımı şişirmiştir çünkü…

Görünür olma hali ya da alışkanlıklarımızı. Konutlarımızın yer aldığı semtleri, reklam panolarını saymıyorum…,

Ama kaygının diğer adı sanrı olmalı…

Kendiliksiz bir gezegen yığını ya da belirsiz bir uzay boşluğu…

İyi ama ardımızda ne bıraktık böyle, geleceğin imkânsızlığına ne bıraktık…

Bizi kimler kuşatıyor, bu hiçliğe hangi ruh hangi katkıyı sunabilir?

İnsan karmaşık bir yapıda en yakınına yabancılaşıyor… Hemen her şeyin bir gölge gibi belirmesi buna dahil…

Alışkanlığa iliştirişmiş uyuşukluk…

Adı konmamış mevsim, 

Makine diline verilen anlam, rakamlara yüklenen bilinç…

Dönüşsüzlük belki, sonuşmazlık…

Öyle ya kuşlar fısıldamış olabilir veyahut balıklar okumuş ama renkler atlamış olabilir anlamlandırdığımız tüm heceleri…

Dokunduğumuz gibi hissetsek ne güzel olurdu…

O biçim adlandırsak maviyi.

Yeni bir adımı yoklarmış gibi, durgunluğa bir tınıyla karşılık verir gibi örneğin…

Zaman kendi hızıyla şakalaşsa, gülümsese, bir anlatıcı olsa, bir şair…

Düşü gerçeğe yaklaştırsa, gerçeği bilince… 

Çocuğun en masum düşleri gibi, yapay tebessümlere aldırmadan…

Düşlerimiz, oyuncaklarımız, aynalarla yüzleşmemiz hatta…

İçsel yolculukların bile kendi öz sırlarına sahip olamadığı bir çağ bu.

Hemen her açı, bir yönlendirme ölçütüne bağlı. Algı yaratma ve genel kanı oluşturma çağı…

Deneyimler, beklentiler ve sonsuz yer değiştirme…

Peki, bu döngü hangi belleğin tekrarı,

Yüzümüz nerede sahi?

Maskemiz ve bocalayan adımlarımız…

Bizi bizden daha iyi parçalayan aynalarımız nerede?

En büyük mesele görmezden gelmek ya da anlaşılmaz bir çabanın içeriğine dalıp gitmek…

“Ben olanca kuvvetimle

Halatlara asılıyorum nafile

Ben ayrı düşmüşüm bir kere

Ayrı düşmüşüm insanlardan.

Bu yıldız tutmaz mavilikte

Ne deniz ne köpük kar eder bana…”[i] diye yazmış Cemal Süreya

Hayatın içindeymiş gibi ya da farkında olmak gibi bir telaş bizimkisi…

Kendi iç sesimizi koruyamadık belki ve belki hiçbir zaman olmadık…

Ne gidilecek bir yalnızlık kaldı, ne dönülecek bellek.

Bazen bir adım atsanız yeni bir başlangıcı müjdeleyecekmiş gibi…

Bazen en yakınınız daha uzak durur size.

Adı konmamış mevsim gibi 

Makine diline verilen anlam gibi,

Rakamlara yüklenen bilinç…

Dönüşsüzlük hatta sonuşmazlık…

Öyle ya kuşlar fısıldamış olabilir veyahut balıklar okumuş ama renkler atlamış olabilir anlamlandırdığımız tüm heceleri…

[i] Şarkısı Beyaz, Cemal Süreya

Exit mobile version