Albert Camus, 4 Ocak 1960 günü geçirdiği bir trafik kazasında yaşamını yitirdiğinde cebinden aynı gün için satın aldığı, ama sonra kullanmaktan vazgeçtiği bir tren seferi bileti çıkmıştı.
Camus, çağının örnek bir filozofuydu. Genç yaşta Nobel edebiyat ödülüne değer görülmüş, 47 yıllık yaşamına sığdırdığı tiyatro eserleri, denemeleri ve öyküleriyle 20. yüzyılın en önemli birkaç yazarından birisi olmuştu.
Jean-Paul Sartre, ardından şunları yazmıştı: “Camus’yü öldüren kazaya, rezalettir diyorum, çünkü bu kaza, insancıl dünyada, en derin gerekliliklerimizin uyumsuzluğunu ortaya çıkarıyor.”
Albert Camus 7 Kasım 1913’de Cezayir’de Konstantine yakınlarındaki Mondovi köyünde doğdu. Mahzencilik yapan babası Lucien Camus, Alsace kökenliydi. Camus’nün doğumunu izleyen yıl, Marne savaşında yaralandı ve öldü. Camus’nün İspanyol kökenli annesi Catherine Sintes, okuma yazmayı hiçbir zaman öğrenememişti; dul kalınca temizlikçilik yaparak ailesini geçindirdi. Belcourt’un işçi mahallesinde yaşayan Camus, ağabeyi Lucien, annesi, büyükannesi ve felçli amcası iki odalı bir apartman dairesini paylaşıyorlardı.
İlkokulda öğretmeni Louis Germain’in dikkatini çeken Camus, bu öğretmen tarafından Cezayir’deki Lise’nin burs sınavlarına hazırlandı. Daha on üç yaşındayken André Gide, Montherlant ve Malraux’yu okumuştu, bu yazarlardan özellikle Malraux onu derinden etkileyecekti.
Camus, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Combat gazetesinde yazdığı yürekli yazılarla çağının gerçek bir tanığı olduğunu kanıtladı. Kızı Catherine Camus “Babam, ünlüymüş o meğer, ölene kadar bilmiyordum. Öldüğü zaman anladım. İmrenilecek bir durum değil” diyor ve şunları ekliyordu:
“Benim için babaydı o. Tuhaf, ama tuhaf şey. Gülüşüne bayılırdım. Başkaları için, Albert Camus bir efsaneydi, baba değil. Bilincinde olmadığım ve babamın bizden uzak tuttuğu şöhret, erkek kardeşimle benim üstümüze düştü ve ezdi bizi. 14 yaşındaydım. Hiç kimse, hiç ama hiç kimse benim acı çekebileceğimi düşünmedi. Annem bile. Darmadağın olmuştu. ( …)
Okulda babamın mesleği sorulduğu zaman, ben de “yazar” diye yanıt verdiğimde dert oluyordu bu bana. Marangoz bir meslek erbabıdır. Ya yazar? Evde kalıp çalışma masasının başında bir şeyler karalayan adam miskinin teki sayılır… Babamı rahatsız etmememiz beklenirdi. Ama rahatsız ettiğimizde de hiçbir şey demezdi. Oturup kalkmak, yemek yemek ve başkalarına saygı göstermek konusunda hem dikkatliydi hem de ciddi. Annemin ya da anneannemin tokatlarını yeğlerdim fazlasıyla. Onlarlayken, bir aptallık ettiğimde kesilecek faturayı bilirdim. Öderdim, gönül rahatlığıyla sıfırdan başlardım yeniden. Babamlayken ela gözlerinin bir bakışı ve birkaç sözü yeterdi insanın kendini yerin dibine geçmiş hissetmesi için. (…) Odasında yazı takımı vardı. Babam ayakta yazardı, siyah ya da lacivert mürekkeple. Ama burada, bu taraçada, yere oturarak yazdı İlk Adam’ı. Serviye karşı. Servi hâlâ yerli yerinde.”
Camus, “İnsan da, yaşam da saçmadır, boşunadır, rastgeledir, sağlam hiçbir şey yoktur, ama yine de yaşamak gerekir.” diyordu. Bu insanın insanlığı kabul etmesi ve ne kadar sınırlı olursa olsun, insan yazgısını sevmesi demekti; insan az bir şey, ama yine de çok şeydir, demek istiyordu.
Orhan Tüleylioğlu
YORUMLAR