Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Emekli Tuğgeneral Dr. Naim BABÜROĞLU

İran Baharı mı? Peki sonrası?

28 Aralık 2017’de İran’da işsizlik, pahalılık, yolsuzluk gibi nedenlerle protestocular sokağa döküldüler. Ekonomik nedenlerle başlayan gösteriler, rejim karşıtı eylemlere dönüştü. Şeffaf olmayan, denetlenemeyen, kapalı ve baskıcı bir rejim karşısında bu tür protestolar elbette haklı ve yerinde. Demokratik olmayan yönetimlerin halkına sunduğu bir refah ve huzur yok. Otoriter ve baskıcı rejimler, etnik ve mezhepsel temellere dayalı sistemler, halkın mutluluğundan çok kendi yönetimlerini sürdürmeyi düşünürler. Fakat, asıl soru şu. Bu protesto, gerçekten kendiliğinden mi oluştu? Biraz geriye gidelim…

ABD Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), İngiliz İstihbarat Servisi’yle (MI6) işbirliği yaparak, İran’da petrolü millileştirmek isteyen İran Başbakanı Musaddık’ı 1953 yılında darbeyle devirdi.

1977-1981 yılları arasında ABD’de Başkan olan Carter, Aralık 1977’de İran’ı “Fırtınalı bir denizde istikrar adası” olarak nitelemişti. 1978 Ağustosu’nda, CIA tarafından Beyaz Saray’a verilen raporda, İran’da bir devrim olasılığının bulunmadığı yazılıyordu. Ancak, birkaç hafta sonra sokak gösterileri başladı. İran Şah’ı Rıza Pehlevi, Ocak 1979’da ülkeyi terk ederek Mısır’a gitti.(1)

Paris’te sürgünde bulunan Ayetullah Humeyni, 1 Şubat 1979’da İran’a döndü. Yaşlı bir mollanın iktidarı ele geçirerek İran’ı bir İslam Cumhuriyetine dönüştürebileceğine CIA içinde ihtimal veren yok gibiydi. CIA Direktörü Turner, bu konuda şunları söylüyordu: “Humeyni’nin kim olduğunu, hareketin hangi boyutta destek bulduğunu çözemiyorduk. Bu şahsın yedinci asırdan kalma dünya görüşlerinin, ABD için ne anlama geldiğini de kavrayamıyorduk. Açıkçası resmen ayakta uyuyorduk!”(2)

Ayetullah yanlısı bir grup İranlı öğrenci, Kasım 1979’da Tahran ABD Büyükelçiliğini işgal etti, 53 elçilik görevlisini Carter iktidarının sonuna kadar tam 144 gün boyunca rehin aldılar. ABD elçiliğindeki rehineleri kurtarmak için Nisan 1980’de, CIA tarafından “Desert One” operasyonu yapıldı. Kurtarma operasyonunu gerçekleştirecek sekiz komandoyu taşıyan helikopter, alandaki bir ulaştırma uçağına çarptı ve içindekilerle birlikte parçalandı. Tutsak Amerikalılar, kendilerini esir alanların kararıyla Carter’ın Başkanlığı devredip Beyaz Saray’dan ayrıldığı gün ve saatte serbest bırakıldı. Özgürlüğe kavuşmanın Amerikan istihbaratıyla ya da gizli bir operasyonla hiç ilgisi yoktu. Bu zamanlama, tamamen ABD’yi küçük düşürmeye yönelik siyasi bir mesaj niteliğindeydi.(3)

1979’da İran için ABD, “Şeytan ve Düşman” olmuştu. ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük kaybı ise İran’dı. İran da, ABD için artık şeytandı.

Bu devrimden 35 yıl sonra, 14 Temmuz 2015’te İran ile P5+1 ülkeleri (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Almanya) arasında İran’ın nükleer programı konusunda anlaşma sağlandı. Böylece, ABD 35 yıl önceki İran’a dönüş hazırlığı yaparken, İran Ortadoğu’da daha güçlü bir aktör durumuna geldi. İyimserlik havası ve barış rüzgarları esti.
Bu Nükleer Anlaşma, Suudi Arabistan’la İsrail ittifakını daha da güçlendirdi. 2015’te, Suudi Arabistan ve İsrail beş kez görüşüp yedi adımlık bir planda uzlaştılar. Bu planın birinci ayağında Türkiye, Suriye, Irak ve İran’da bir Kürt Devleti’nin kurulması; ikinci ayağında ise İran’da rejim değişikliği yapılmasıydı.(4)

15 Aralık 2015’te Suudi Arabistan öncülüğünde, Riyad’da terörle mücadele kapsamında Sünni ülkelerden oluşan bir “İslam İttifakı” kuruldu. Suudi Arabistan’ın gerçek amacı, Sünni bir eksen oluşturarak, İran gibi Şii olan devletleri zayıflatmak ve bölgede Sünni egemenliğini hâkim kılmaktı. 27 Şubat 2016’da başlayan tatbikat sonunda, Riyad’da yapılan törene bir Türk birliği de katıldı.(5)

2016’da Başkan seçilen Trump, Obama’nın yaptığı anlaşmayı elinin tersiyle iterek İran’ı terör ihraç eden düşman ülke ilan etti. Suudi Arabistan başta olmak üzere, Körfez ülkelerinin İran’a karşı bir cephe açmaları konusunda anlaştı. İran Suriye’de savaşı kazanmıştı. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) gereği, İran, Suriye veya Irak’ın durumuna düşürülmeliydi. Sıra İran’a gelmişti.

İsrail merkezli Channel 10 televizyon kanalının haberine göre, İran’da başlayan eylemlerden iki hafta önce Washington’da buluşan ABD’li ve İsrailli üst düzey güvenlik yetkilileri, İran karşıtı yeni bir plan üzerinde anlaşma sağladılar. İsrail Jerusalem Post gazetesine konuşan ABD’li yetkili, anlaşmayla ilgili, “Belge, İran’a karşı yeni bir ortak girişimin başlangıcına işaret ediyor” değerlendirmesinde bulundu.(6) Artık eller tetikteydi…

Suudi Arabistan’la İsrail’in 2015’te yaptığı İran’da rejim değişikliğini öngören anlaşmanın ilk işaret fişeği, ABD’nin süreci hızlandıran sabırsızlığıyla, 28 Aralık 2017’de İran sokaklarına atıldı. Trump ve ABD Dışişleri sözcüsü, gecikmeden göstericilere desteğini açıkladılar. ABD, İsrail ve Suudi Arabistan’ın yürüttükleri bölge politikaları, ¨İran Baharı¨nı başlatmak için her türlü girişimde bulunduklarının bir göstergesiydi. ABD, iç çatışmanın altyapısı için ekonomik ambargoyla birlikte İran’daki Azeri, Arap ve Kürt nüfusunu da sürekli kaşımaktaydı.

İran, dünyanın dördüncü büyük petrol, ikinci büyük doğalgaz varlığına sahip bir ülke. Yıllardır ABD’nin ekonomik ambargosuyla baş eden, deneyimli bir devlet. İran’daki istikrarsızlık Suriye iç savaşına benzemeyecektir. İran’da yaşanacak iç çatışma ya da karışıklık 560 kilometre sınırı bulunan Türkiye’yi en az Suriye’de yaşananlar kadar olumsuz etkileyecektir. Suriye, Türkiye için bir BEKA sorunu doğurdu. İran’daki bir iç savaş, bu tehdidi en az ikiye katlar.

10 yıl içerisinde Türkiye’de bir iç çatışma senaryosu üzerinde çalışan, Suriye coğrafyasının yüzde 30’unu, enerji kaynaklarının yüzde 50’sini PYD/PKK’ya teslim eden bir ABD var. Terör örgütüne, Suriye’de federe/özerk bir yapı vadeden bir ABD ve onun en sadık müttefiki Suudi Arabistan var. Suudi Arabistan ve İsrail’in bir ¨Türk Baharı¨nı seyretme sabırsızlığında oldukları 2015’te yaptıkları anlaşmadan belli değil mi? BOP’un geldiği bu aşamada, ABD’nin PYD/PKK’yı yüz bin kişilik orduya dönüştürme hedefinden neyi anlayacağız?(7)

En iyi sonuç, İran rejiminin bu gösterilerden ders alarak, sorgulama kültürünün etkin olduğu demokratik, denetlenebilir ve şeffaf bir yapıya dönüşümün, dış etkiler olmadan sağlanmasıdır.

Türkiye, ulusal çıkarları esas alan, ortak akılla oluşturulmuş bir strateji doğrultusunda hareket etmeli. Günlük, duygusal ve iç politikadan etkilenen yaklaşım sergilenmemeli. Bunun için, Türkiye için bir tehdit durumuna gelen ¨kutuplaşma¨ ortadan kaldırılmalı. Çünkü kutuplaşma, iç cepheyi çökertecek kadar büyük bir tehdittir.

Dünyanın en büyük strateji ustası Atatürk’ün dediği gibi: “Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp olabilir; fakat bu durum, hiçbir zaman bir memleketi, bir milleti yok edemez. Önemli olan, memleketi temelinden yıkan, milleti tutsak ettiren, iç cephenin çökmesidir…¨

¨Yurtta Barış, Dünyada Barış¨ politikasına ve Cumhuriyet’in kazanımlarına dönüş, hem ¨iç cephe¨yi hem de ¨dış cephe¨yi kuvvetlendirir. Balkan Paktı (1934), Sadabad Paktı (1937), Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı dışında kalabilme başarısı ve 1974 Kıbrıs Barış Harekatı diplomasisi iyi örnekler değil mi? Ani eksen değişimleri ve savrulma yerine, ¨Yurtta Barış, Dünyada Barış¨, Türkiye’nin ulusal çıkarları, toplumun refah ve mutluluğu açısından en uygun politikadır. Zaman kaybetmeden…

(1), (2), (3) Tim Weiner, Legacy of Ashes, The History of CIA (Enkaz Devralmak-CIA Tarihi), Bölüm Beş, 2007.
(4) (5) Naim Babüroğlu, Bir Devletin Çöküşü, Asi Kitap, İstanbul, 2016.
(6) Aydınlık Gazetesi, 31.12.2017 04:45 (İran eyleminde yalanlar ve gerçekler).
(7) www.haber7.com, 29.12.2017 07:47.

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER