Kamusal alan, çağcıl toplum kuramlarında, toplumun ortak yararını belirlemeye ve gerçekleştirmeye yönelik düşünce, söylem ve eylemlerin üretildiği ve geliştirildiği toplumsal ortak etkinlik alanlarını tanımlamak için kullanılan bir kavramdır.
Basit bir tanımlamayla, toplumun ortak çıkarlarını belirlemeye ve gerçekleştirmeye yönelik, düşünce, söylem ve eylemlerin üretildiği ve sorgulandığı, toplanma alanlarıdır.
Kamusal alan düşüncesi, Şehir devletlerinin gelişim sürecinde, toplumun gereksinmelerini karşılamak amacı ile ortaya çıkan sosyolojik bir kavramdır.
Şehir devletlerinin gelişim gösterdiği Antik toplumlarda, kamusal alan yoktur! Yalnızca devletin alanı vardır. Çünkü mülkiyetin tamamı, yönetsel erkin yönetiminde ve denetimindedir. Halkın, yönetime katılma, isteklerini dile getirme ve eleştirme gibi hakları söz konusu değildir.
Bu gelişimsel süreç, iletişim kurma olanağı açısından, yönetimi elinde bulunduran Elit sınıf (Arsitokrat) ile halk arasında, sosyal, kültürel ve ekonomik olarak büyük bir sorun oluyordu. Aristokrasi ile halkı buluşturan ortak alanlar henüz oluşmadığından, yönetim erkinin(şehir devletinin) bulunduğu planlanmış yaşam alanları yalnızca üst sınıflara aiti.
Bu alanlara, arkeolojik terimle Akropol diyoruz.
Akropoller, bir tepe veya yüksek bir alan üzerinde kurulur. Çevresi surlarla çevrilidir. İçinde saray, tapınaklar ve önemli yapılar bulunur. İç kale niteliğinde olan ve yalınızca devletin yönetim erki tarafından kullanılan yerleşiklerdir. Günümüz tanımlaması ile devletin alanıdır. Oraya, her elini kolunu sallayan giremez! Oraya girmek için, belli bir izine ve kuralara bağlı yöntemler uygulanır. Halkın ise, bu anlamda böyle bir ortak alanı yoktu. Olmasına da izin verilmezdi.
Zamanla, yönetsel gücü elinde bulunduran Aristokrat (elit) sınıf, kendi aralarındaki; yönetimsel güç dengesini değiştirmek, siyasi, kültürel ve ekonomik önceliklerini sağlamak için kendilerine özel alan yaratma gereksinimi duyarlar. Bunun için, halk sınıfının düşünü ve emeğine gereksinim duyarlar.
Bu amaçla, şehir devleti ile ilgili politik, dini, ticari ve her türlü çalışmaların yapıldığı, yönetim erkin planlanmış yapılarının etrafında sıralanan, Agora dediğimiz halka ait geniş ve açık alanlar oluşturmaya başlarlar.
Agora, kelime itibari ile en basit şekliyle “kent meydanı” olarak tanımlanabilir. Antik Yunanca da “ageiro” yani “toplanmak, bir araya gelmek” kelimesinden türetilerek, “toplanılan yer” anlamına gelen “agora” kelimesine dönüşür.
Agoraların oluşması zamanla, Elit sınıflarla, halkın düşünsel dünyası arasında, fikirsel ve ekonomik çatışmalara neden olur. Bunun sonucunda, halk kendi özgür iradesini sergileyeceği ve dillendireceği yeni alanlar oluşturmaya başlar. Bu alanlar zamanla kent çekirdeğinin merkezi haline gelir. Helenistik çağda şekillenen bu alanlar, Roma döneminde Forum’a evrilerek, halka ait kamusal alana dönüşür. Bu alanlarda ticaret yapıldığı gibi, halkın özgür iradesini dilendirmesi için de serbest konuşma kürsüleri kurulur.
Halkın eğitim ve öğretim ihtiyacı için, Stoa’lar (ahlak ve erdemi öğreten okullar), inançsal ihtiyaçları için dini yapılar, bedensel arınma ihtiyaçları için hamamlar, su ihtiyaçları için çeşmeler yapılır. Zamanla buna benzer yapılar bu alan etrafında oluşur. Bu günkü tanımlama ile buna şehir meydanı diyebiliriz.
Doğu Roma ve Osmanlı İmparatorluğunda Meydanlar, genellikle dinsel (Kilise/cami) yapıların etrafında şekillenir. Halkın gereksinimi olan yapılar, bu alan içinde, giderilmeye çalışılır. Merkezi otoriteye ait alanlar, üst yönetici veya zengin sınıfların bulunduğu, imparatorluk kimliği ile kesintisiz iletişim kuran ayrıcalıklı alanlardır. Külliyeler devlet alanı olarak algılanabilir. Kamusal alan niteliğinde değildir.
Meydan, dilimize Arapçadan, kültürel aktarımla geçiş yapan bir kelimedir. Sözlük anlamı olarak: “alan, saha, yarışma, eğlence ve karşılaşma yeri, buluşulan ve zaman geçirilen yer anlamlarına gelir.
Bunun dışında, Mevlevi veya Bektaşi inanç ritüellerinde kullanılan alanın adına meydan denir. Buradaki Meydan kavramı, bildiğimiz seküler anlamında oluşturulan alan değildir; tasavvufidir. Ulu yaratana, dilekte bulunmak veya niyaz etmek amacı ile fiziksel ve ruhsal olarak arındırılmış alan anlamını taşır. Bu alana girmek ancak, dedenin rızası ile olur. Bu tür alanlar dinsel alanlardır. Ne devlet alanıdır; ne de kamusal alandır.
İnternetin, yaygın kullanılması ile birlikte yeni bir iletişim alanımız daha oluştu. Bulut ortamında oluşan bu alanlara sanal alan diyoruz!!
Bu alanları, global iletişim şirketleri, denetler ve yönetir. Kullanım kurallarını onlar koyar ve geliştirir. Bu alanlarda, kişisel alanlarımız olabileceği gibi, guruplar kurarak, kendimize kamusal alanda yaratabiliyoruz. Ayrıca Devletlerin de kendilerine ait alanları da var. e- devlet gibi!! Sanal alanların ileride neye evrilir konusunda her hangi bir öngörüm yok? Ama 2900 yıllık bir süreçte, yeryüzünde oluşturduğumuz kamusal alanlarımızı, bulut ortamına taşımak insanlığın gelişimsel sürecinde önemli bir dönüm noktasıdır.
Biz tekrar yeryüzüne geri dönelim, oluşturduğumuz kamusal alan üzerine sorgulamalar yapalım.
Çağcıl tanımlama ile Meydan, halkın özgür iradesi ile oluşturulan, halka ait kamusal alanlardır.
Bizlerin kamusal alan algımız biraz farklıdır. Toplumsal genel benimseyişe göre; halka ait kamusal alan yoktur? Yalnızca devletin alanı vardır? Oysa devletin kamusal alanı olmaz? Devlet, halk tarafından oluşturulan kamusal alanı, korumak ve kollamakla yükümlüdür. Çünkü kamusal alan, yönetsel erkin dışında, toplumu oluşturan bireylerin, birbirleri ile buluştukları; sosyal, kültürel ve ekonomik olarak ilişkiye girdikleri alan olarak gelişim gösterir.
Örneğin köy meydanı gibi! Köy meydanı Muhtarın, yönetsel alanında ama etkileşim alanında değildir? Köylünün sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarını özgürce kullanabildiği alandır. Bayramlaşmalar, düğünler vs. gibi etkinlikler, muhtardan izin almak için değil bilgilendirmek için haber verilerek kullanılır.
Toplumsal bilincimiz de, genel anlamda üç alan bulunur.
Bunlardan biri devletin alanıdır, ikincisi kişisel alanımızdır, üçüncüsü kamusal alandır.
Devletin alanı, bireylerin, yasalar önünde, hakkını, hukukunu, adaletini, güvenliğini ve yaşamsal koşullarını sağlık ve huzurla sürdürdüğü alanlardır. Askeri alanlar, emniyet müdürlüğü adliye binaları, hastaneler, okullar ve buna benzer alanlar gibi.
Kişisel alan ise, kendi özelimizdir, evimiz barkımız, ailemiz, çocuklarımız, arabamız ve buna benzer özel kullanımlı eşyalarımızdır.
Kamusal alan ise, park, trafik, meydanlar, sahil şeridi ve bunun gibi birçok sosyal ve kültürel yapılar tanımlanabilir.
Bizler bu alanları kullanırken, bu alanların hukuksal, ahlaksal ve yönetimsel sitemleri, birbirlerinin ilgi alanları ortakmış gibi kullanırız?
En basitinden bir örnek vereyim. Ortak yaşam alanları olan bir sitede oturuyorsak; ortak yaşam alanız kamusal alandır. Eviniz kişisel alanızdır. Kapınız kişisel alanın girişidir. Kapının önü, kamusal alandır.
Merdiven boşlukları kamusal alandır. Ama bizler zoru seçip, o alanları kendi kişisel alanımız olarak algılıyor, ayakkabı, dolap gibi kişisel eşyalarımızı, kamusal alanda kullanma alışkanlığını ediniyoruz.
Bir örnek daha vereyim, cadde ve sokaklar kamusal alandır. Belirlenmiş Park yerlerinin dışında aracınızı park etmemeliyiz. Park edersek, kişisel alan olarak kullanıyoruz demektir. Cezai işlem görürüz. Bu cezayı, kamu adına, kamusal alanı denetleyen Devletin ilgili alanları devreye girer gerekli önlemi alır.
Kent mekânları sadece fiziksel özellikleriyle değil; toplumsal, sosyolojik, psikolojik anlamlarıyla bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Aristoteles, “kentleri bütüncül kılan, içinde yaşayanların farklı hayatları, birbirleri ile ilişkileri ve bu sosyal yapının kent mekânına yansıması kenti oluşturan temel değerdir’’ der. Aristoteles’in öne sürdüğü bu nitelikler, kentin kendine ait sosyal ve kültürel kimliğini oluşturur. Bir yerde bu kimlik kentin yaşayan ruhudur. Bu yüzden hiçbir kent, bu anlamda bir diğerine benzemez. Bu ruhu taşıyan nadir kentlerden biri de Asi Nehri üzerinde kurulan Antakya’dır. Antakya, bizlerin kamusal alanıdır.
6 Şubat 2023’teki depremle, kadim kent, deyim yerindeyse, yerle bir oldu. Yaklaşık yüzde sekseni yıkıma uğradı. Ortak yaşam alanlarımız yok oldu. Antakya ölü bir şehir haline dönüştü. Büyük bir kısmımız, zorunlu nedenlerle göç etmek zorunda kaldık. Birlerce yıldır oluşturduğumuz demografik yapı çözülme sürecine girdi. Bu nedenlerden dolayı, kişisel ve kamusal alanlarımız, işlevsiz kaldı. Buna bağlı olarak, parti gözetmeksiniz, halkın özgür iradesini temsil eden seçilmişlerle iletişimimiz zayıfladı?
Bu yüzden sorunlarımızı ve isteklerimizi kime ve nasıl ileteceğimizin ikilemi içinde düştük.
Depremin üzerinden sekiz ay gibi bir süre geçti. Ortada ne bir plan var, ne de bir planlama? Bazı tasarımsal çalışmalar var. Ama bu çalışmaların, kadim kentin ruhuna uygunluğu sorgulanabilir düzeydedir.
Çıkarılan yönetmenliklerin, uygulamada sorunlar çıkarması, toplumsal bilincimizi olumsuz yönde etkilemekte; İstem dışı, düşünce ve eylemlerimize neden olmaktadır.
Yüzde seksenine yakın, yıkıma uğramış kadim bir kentin, planlaması kentin ruhuna uygun yapılmadan, yeniden sürdürülebilir bir yaşamı kurgulamak olanaksız. Bunun için kadim kentin, tarihi dokusuna, sosyokültürel yapısına ve her şeyden önemlisi, yaşayan ruhuna gereksinimi var. Yani biz Antakyalılara. Çünkü bu kentin ruhunu bizler oluşturduk.
İmar ve koruma imar planlarının hazırladığı bu süreçte, kişisel ve kamusal alanlarımız, geçmişin ruhuna uygun olarak, bizlerin görüşü alınarak planlanmalı ve en kısa sürede uygulanmaya koyulmalıdır. Geçen her zaman dilimi, kadim kentin ruhunu törpüler, o zaman kamusal alan sorunu yaşarız.
Çünkü kadim kent bizlerin kamusal alanıdır.
Uygarlıkların kesim noktasında bulunan bu kente ve bu kentin ruhunu oluşturan bizlere yazık etmeyelim.
Kadim kentimizin ruhu ile tekrar buluşmak ümidi ile saygılar sunarım.