Sevgili kardeşim. 50 yaşıma bir hafta kala artık hayatta olmadığının haberini aldım. Yola sensiz devam edeceğiz yani. Bunu idrak etmek şimdilik zor, bununla didişmiyorum, boğuşmuyorum, zamana bırakıyorum. Haberini aldığım gün, baharın ilk alameti gibi güneşli bir Şubat günü, çayımı demlemiş, balkona oturmuş kitabımı okuyor ve bir yandan çocukluğun tatil sabahları gibi, o gün ne kadar güzel uyandığımı düşünüyordum. Sonra bir ortak dostumuz aradı, instagramdan. İnstagramdan biri aranabiliyor mu? Şaşırdım. Sonra telefonu tam açarken, içmde bir şey cız etti. Belli ki acil bir şey olmuş ve arkadaşın telefon numarama ulaşamamıştı. Ve bu acil şey muhtemelen seninle ilgiliydi. Kötü bir şey olduğunu tahmin ettim, ama bu kadarını beklemiyordum tabii.
Halbuki ölüm ihtimalini 100 kere aklımdan geçirmişimdir, ama 1000 kere de düşünse insan, hazır olamıyor. Bu “düşünüp durmak” denilen şeyle geleceği kontrol altına alabileceğimizi sanıyoruz, boş çaba olduğunu zamanla anlıyoruz.
“Kaybettik” sesi geldi telefondan. “Kaybettik” pazarlıksız bir kelimedir. O andan itibaren artık yapılacak bir şey olmadığını çok kesin bir şekilde bildirir insana. En fazla “emin misin?” diye sorabilirsin. “Eminim”le birlikte yaydan çıkan ok gibi artık her şey için geç kaldığın bir uzaya fırlatılırsın. Yapılacak hiçbir şeyin olmadığı bir aleme. “O gün benle olsaydı böyle olmazdı” “Eylülde sigara içmemeye ikna etmek üzereydim, başarsam yaşardı”lar kafanda uçuşmaya başlar. Bu akıl oyunları kendimize acı çektirmekten başka bir şey değildir. Her ölümde eksik, ihmal edilmiş bir şey olacaktır. Ölümün doğası bizim onun önünü alamayışımızdır zaten. Hayat ölümle kendi gerçekliğini ve büyüklüğünü, kuralları koyanın o olduğunu hatırlatır bize. Kimi zaman üslubunca, kimi zaman böyle acımasızca.
Son zamanlarda ikimizin de hayatları yoluna girmişti; Sen Kuşadası’na benim evime iki kez geldin kaldın, ben Antalya’da senin evine geldim kaldım. Oradan Olimpos’a, Gümüşlük’e, gençliğimizin ikonik mekanlarına gittik, eski dostlarla buluştuk. Görkemli bir jübile gibi. Hatta 1-2 hafta önce Portekiz’den dönüşümde İstanbul’da da buluştuk son kez. Son kez dertleştik, vedalaştık. Çok garip, masada rakı şişesi yarım kaldı (genelde kalmaz) yanına al diye ısrar etti herkes (genelde ısrar edilmez) üşenmeden taşıdım Kuşadası’na kadar getirdim(ki genelde bavuluma asla sıvı şeyleri sokmam) Buzdolabında biçimsizce durdu bir süre, tam atacaktım ki fark ettim; bu beraber içtiğimiz son rakıydı, artık ömür boyu benimle kalacak.
Yaşadığı son sene, ben tanıdığımdan bu yana ve bence, Sinan Seyfettin’in en güzel senesiydi . Aşkla, dostlukla, güzelliklerle dolu dolu yaşadı, bu bilinsin isterim. Gazete de onu çok mutlu ediyordu. Ailesi ve dostları onu hep pamuklara sardı, bilinsin isterim. Elbet hatalar olmuştur ama herkes bildiğinin en iyisini yapar sonuçta. Hikaye tamamlanmadan yanlışı doğruyu çok bilemezseniz. Hikaye tamamlanınca da, artık tamamlanmıştır zaten.
Geçmişe dönüp anıların içinde gezmek için henüz erken kardeşim; Eskişehirin karanlık sokaklarında yürürken yaptığımız uzun konuşmaları, Antakya’dan yemek dolu koliler gelince yaşadığımız sevinçleri, şiir gecelerinde kendi karanlığımızla ilk yüzleşmelerimizi, onun babasının benim annemin erken kaybıyla, hayatın acımasızlığını erken tatmamızı, 20li yaşlardaki büyük hayallerimizin rüzgarını kaybeden uçurtmalar gibi yere yaklaşmasını, avucumuzda tuttuğumuz küçük bir ışık küresi gibi umudu, hayatın istediğimiz gibi olamayacağının derin idrakını, birlikte büyümemizi, bir kere bile, bunun altını çiziyorum, bir kere bile birbirimizi kırmamamızı, kavga etmememizi, birbirimize sesimizi yükseltmememizi, kahkahalarla çınlayan rakı masalarını, uyanmaya çalıştığımız sabahları, yeni türküleri, grup yorumları, 30 seneyi yani, bir yazıya sığdırmak güç. O, zaman alacak, o anlar zamanla belki bir şiirde, şarkıda, senaryoda, romanda yerini alacak ve mutlaka en çok istediğin yerde; Dostlarla buluştuğumuz masalarda adın geçecek, hep mutluluk verdiğin masalar artık biraz hüzünlenecek, canımızı inceden yakan bir yüksek kahkaha geçecek masanın ortasından. Bakıyorum yazılanlara, herkes bu kahkahadan bahsetmiş. Çünkü o kahkaha bir yaşamı boş verme çağrısıydı hep, senden gelen bir iyi hissetme teklifiydi hep, bunu anlardık.
Sevgili kardeşim, cesaretin ve zarafetin bana emanet, senin gibi olmaz biliyorum ama, elimden geldiği kadar onu omzumda – sen doğmadan annenin omzuna konan kuş gibi- taşıyacağım. Hem insanları her haliyle kabul etmeyi, hem kendin olmayı cesaretle, zarafetle ifade etmeyi; Kendin olmakla ilgili konularda cesaretle ve zarafetle, asla pazarlık yapmamayı, ikisini de senin gibi yapmaya çalışacağım bundan sonra. Sadece hüznün değil, güzel bir şeylerin de kalmasını isterdin biliyorum çünkü.
Ve bu yazı, yazdıklarımı seviyordun. O yüzden ben yapmalıydım bunu, şimdi ailen de uygun görürse son yazım olarak Antakya gazetesinde yerini alacak. Senin okuduğun son yazıda “yaşıtlarımızın ölümüne alışmalıyız” yazmıştım. “Alışamazsın” diye bir cevap gönderdi hayat.
En sonda en başa dönüyor insan garip; 95 yılı galiba, bir ev arkadaşı ararken seninle tanıştığımız güne dönüyorum, modülde çay içmiştik. ev arayan kıvırcık sarı saçlı, beyaz tenli çocuk, naifliğinle hep bu dünyaya düşmüş savunmasız bir uzaylı gibi görünüyordun, bu yüzden hep seni seven herkes üzerine titredi. Buraya kadar gitti. Geçen hafta 50 yaşına girmiş bir adam olarak modülde oturan o iki genç çocuğun karşısına geçip şunu demek isterdim: “Çok doğru bir şey yapıyorsunuz şu an. Çok güzel günleriniz olacak” Çok güzel günlerimiz oldu kardeşim. Bu hayatı, çok sevdiğin deyimle “dibine kadar” yaşamanın aşırı dercede hakkını vermiş olabiliriz. Çünkü hayatı yaşamak kalbinin sesine kulak vermekle, kalbinin sesini dinlemeye cesaret göstermekle ilgilidir en başta. Bunu başardık.
Güle güle git kardeşim. Pirhasan’ın şiirindeki gibi; kaplan gibi, yengeç gibi balık gibi git. Yaşama faslı bitti. Umuyorum ki, hep hayal ettiğin, inandığın gibi, ölümden öte bir köy vardır. Umarım artık hayatın saçmalıklarıyla uğraşmak zorunda değilsindir ve o tarif ettiğin “tanrısal huzur”u bulmuşsundur en sonunda. Bir kuş kadar özgür olmak en çok sana yakışır çünkü.
Dün bir kanyon gezisine gittik, bir an o kadar yüksekten düşebileceğimi düşündüm, sonra direk sen geldin aklıma; öbür tarafta kollarını açıp “14 gündür nerdesin kardeşim?” deyip o kahkahayı patlattığını düşündüm. Birini seviyorsan öldükten sonra da yaşıyor işte. Şu konuda ne düşünürdü bu konuda ne yapardı derken, bakmışsın seninle beraber bir yaşam sürmeye devam ediyor.
Kaybedilenlerle kalabalıklaşıyoruz, ne garip.
En az 30 40 kişi aradı son 1-2 haftadır. Rusya’dan, Londra’dan, Amerika’dan. Yıllardır görüşmediğimiz arkadaşlarımız. 20 sene öncelerden, 30 sene öncelerden çıkıp geldiler. Bir iz bırakmışsın demek ki… Güçlü bir iz bırakmışsın, bırakmışız. Bu kadar kişinin beni aramasını kardeşliğimizin tescili olarak da gördüm. Ve arayanlara ekseri “geleceğimizden eksildi” dedim. Mart ayında bana gelecektin, eylülde ben sana, oradan Olimpos’a geçecektik gene. Artık bunlar olmayacak. Geleceğimizden eksildi yani, bunu zamanla anlayacağız. Tamamen anlamaksa bir ömür sürecek.
Teşekkür ederim kardeşim, tüm o muhteşem günler, yıldızlı geceler, gün doğumları, hayal kırıklıkları, rakı masaları, dertleşmeler, bitmeyen “değerlendirmeler”. Sevdiklerine asla laf söyletmediğin için, devamlı başka başka şeylere heyecanlanan bir garip adamı ciddiyetle bunca zaman dinlediğin için. Zarafet dediğim bu işte; Birini anlamaya çalışmak, ciddiyetle dinlemek. Zarafet bu değil mi? Şimdiden özledim seni, çok özleyeceğim. Veda etsem elini bırakmak gibi olacak, veda edemiyorum o yüzden. Ama sanki İstanbul’dan Antakya’ya dönüyormuşsun ve tekrar ne zaman geleceğini sorunca hep söylediğin söz gibi bitirebilirim; “Şimdilik belli değil, ama yolu sevgiden geçen herkesle bir gün bir yerde buluşuruz”
Umarım buluşuruz. Hoşça kal can kardeşim, hoşça kal.
Sevgili Sinanımızı sayende tanıdığım.Meriç in kardeşiyse benimde kardeşim dedim (zaten bu hayatta benide hiç yanıltmadın)
Emekli olmamdan sonra o Kuşadası buluşmalarımızda Sinan ımızı daha iyi tanıma fırsatı buldum tam yazında berlirttiğin gibi kadar düşünceli ve kibar bir insan tanıdım.
Ada da o hep beraber yaptığımız kahvaltılarımızı, Kahve molalarımızdaki geyik muhabbetlerimizi , Sinan ımızın o çok sevdiği Belediyenin denize sıfır cafesindeki bira patates muhabbetlerimizi çok özlüyeceğim.
Ama belkide en çok o yürekten kahkahasını özlüyeceğim.
Güle güle güzel insan, güle güle Sinan
O muhteşem kahkahanla hep kalbimizdesin….