Kendi yalnızlığı içinde yorgun
“Biliyorum, çok insan tanıyorsun, ama kimsen yok …” Bu cümlede kendisini bulan çok kişi vardır! Peki, içinde yaşadığımız bu kent de buna mı dair? Bunca kalabalık içinde kaderine teslim hali, buna mı dair?
“Bazı şeyler yazıda, bazı şeyler şiirde, bazı şeyler resimde, bazı şeyler de hayalde güzeldir” demiş Yazar Mehmet Deveci… Peki, Antakya’ya dair anlatılanlar, anlatılamayıp da biriktirilenler, ertelenenler, beklentiler, hayaller, düşler, gerçekler, sloganlar, ama en çok da söz verilip de rüzgara savrulan sözler nasıldır? Yoksa eldeki durum, Aziz Mahmut Hüdayi’nin “Kim umar senden vefâyı, yalan dünya değil misin?” ifadesindeki gibi mi?
-VAZ MI GEÇTİK?-
Antakya, adına kitaplar yazılmış bir şehir. Geride bıraktığı medeniyetlerin hikayelerinde yoğrulmuş, herkese ait bir şehir. Peki, bugüne kadar ayakta kalabilmiş bir şehrin sakinleri olarak, Antakya ile göz göze geldiğinizde size bakışı nasıl oluyor, fark ettiniz mi? Coşkuyla mı? Vazgeçmişlikle mi? Öfkeyle mi?
Hz. Mevlana şöyle der… “Sen neye nasıl bakarsan, o da sana öyle bakar…” Peki, şu ana kadar Antakya için ‘yapılması’ gerekeni yapmayanların kalabalığında, bu kent bize nasıl bakıyor? Ondan vazgeçtiğimizi anlayan yorgun halinde parça parça eksilirken, kelimelerinde neyi fısıldıyor?
-EVLER, KALANLAR-
Taş kemerli yollar, çeşmeler, dar sokakların her iki yanına serpiştirilmiş ahşap evler, taş bedenler, eski hikayeler… Demir kapı tokmaklarının uğultusunda ‘geliyorum’ diyen ‘hoş geldiniz’ sesleri… Sizi içeriye buyur edenlerin gülümseyen yüzleri… Taş avlularda yükselen meyve ağaçları… En fazla iki katlı yükselen bir kentin betona son direnişi… Son kalesi!
Evet… Burası, Antakya’nın doğu yakası! Kalanı… Kalabileni… Aslında ‘kalması istendiği’ kadarı! Belki de artık istenmeyeni! Bu yüzden de kaderine terk edileni!
-SORMAK GEREK!-
Sorulması gereken çok şeyin olduğu bu kayıplar listesine dışarından gelen biri eklesin son cümleleri… Bu kente ilk kez geldiğini söyleyen ve hayal kırıklığı yaşadığını söyleyen bir turist söylesin…
“Dizilerde izlemiştik burayı. Kameraların çektiği o görkemli konakların gerçek hallerini açıkçası merak ettik hep. ‘Daha fazlası var’ dendi hep! Daha fazlasını görmek için geldik zaten. En çok da, o bahse konu ahşap ve taş evlerin dar sokaklarını ama… Geldik, gördük, ama sevmedik!
Aslında, sevilmeyecek bir şehir değil burası. Ama öylesine ‘sevimsiz’ bir hale getirilmiş ki, anlatılanlarla ilgisi kalmamış! Hele ki kameralarla evlerimize yansıyan Antakya ile bağı çoktan kopmuş! Her yerde, neredeyse her yerde, ‘binaların tehlikeli olduğuna’ dair uyarılar var. ‘Aman dikkat’ diyorlar! Tamam da, bunu diyeceğine ‘kurtarsana’…
Göz göre göre yıkılan bir kenti izledik bu birkaç gün içinde. Zaten batı Antakya’yı hiç sevmedik. İnanılmaz bir beton yığını! Yollar zaten çok kötü. Trafik karmakarışık. Arabayla gelmediğimize şükrettik, ki bu karmaşada yolumuzu da bulamazdık!
Bir şey daha var… Sanırım, Antakya’yı batı kısmının değil, ama doğu kısmının kurtarabileceğini bu kentin idarecileri unutmuş! O yüzden, geri dönerken söyleyebileceğimiz tek şey, üzgünüz! Gördüklerimiz, tavsiye edebileceğimiz bir kent sunmadı bize. Aksine! Bakımsız, oluruna bırakılmış bir kent sunuldu bizlere! Tarihi ve kültürel birikimin bu kadar fazla olduğu bir kent adına oldukça yanlış bir politika izlenmiş, bu kesin. Başka bir ülkede olsa bu birikim, inanın, dünyanın turizm cenneti olurmuş. Ama biliyorsunuz, iş, var olanı yönetme meselesi, becerisi… Eldekini yönetmeyi bilme meselesi, becerisi! Bir de yönetemediklerini bir anlayabilseler! İşte belki o zaman bir şeyler değişir. Kim bilir!” -Tamer Yazar-