İnsanlar mı şehri, şehir mi insanları yönetir bilinmez ama daha iyi bir şehirde okumak, daha iyi işlerde çalışmak, kısacası daha güzel bir yaşam sürebilmek umudu belki…
Yaşamak, öncelikle doğayı ve canlıyı öncelemek…
Çocukların geleceğini
Şehrin soluğunu,
Birlikte yaşamanın kültürünü inşa etmektir…
Fındık işçileri
Kayısı işçileri…
Zeytin işçisi…
Öğrenci, memur, emekli ve sayamadıklarımız…
Sevgiliyi, sokakları, alışagelmiş renkleri canlı kılma meselesi biraz da…
Yaşamak,
Çalışmak,
Göçmek,
Korunmak ve hatta korunamamak…
İstihdam, eğitim ve sağlıklı bir geleceğin kaygısını gidermiş; doğasıyla, insanıyla, kültürüyle barışık şehirler inşa etmeli…
Çünkü kara parçasını şehir yapan şey, yükselen binalar ve uğuldayan insanların karmaşası değildir… Geçmişin ve geleceğin izleri sizinle var olmadıkça; acısından, mutluluğundan ders çıkaramadığınız yapay kentler büyütmekten öteye gidemezsiniz…
Tezer Özlü, “Çocukluğun Soğuk Geceleri” adlı eserinde şöyle yazar; “Kent yaşamına alışmış, koşulları hızlı bir gerçekçilikle benimsiyor. Oysa ben henüz taşra bahçelerinin erik ağaçları altındaki durgunluktayım…”
Betonlaştırılmayan,
Kadının, çocuğun, bireyin kendini güvende hissettiği
Yeşil alanları, meydanları, bisiklet ve yürüme yolları…
Müziği, rengi, tiyatrosu, fuarları, tebessümü olan kentler…
Kısacası dokusal dengesini yitirmeyen şehirler inşa etmeli.
Çünkü karamsar düşüncelerden sıyrılma algısıdır şehir bilinci… Her düşünceden bireyleri barıştırmaktır…
Ötekinin olmadığı, ortakça yaşanan umuttur…
Birlikte üreten, paylaşan…
Hayatın her alanında söz sahibi olmak isteyen bireyin bilinci gibi; çalışırken, okurken, aşık olduğunda, ayrılık özleminde, geleceğini kucaklayan bir heyecanla yola koyulmak…
Kaygıdan uzak, doğayı ve geleceği düşlemek…
Şehrin soluğunu hissetmek…
Birlikte yaşamanın sorumluluğunu üstlenmektir…
Bir şehrin belleği, insanların yaşama olan bağlılıklarını denetler durmadan… Yaşamın tesadüflere bırakılmayacağını fısıldayan bir denetim… Sunmak istediği büyünün yarattığı etkiyi takip eder bir bakıma…
Sabahattin Ali, “Kürk Mantolu Madonna” adlı eserinde yaşamı şöyle tanımlar: “Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantık ile akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir âna bir ömür kadar çok hayat doldurduğunu bilerek yaşamak…Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak…”
Şehir de birey gibidir, hayata tutunmanın enerjisini arar durur…
Çünkü birey, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren, hayata tutunma mücadelesiyle karşı karşıyadır.
Sonuçta en büyülü özgürlük, yaşamın kendisidir…
En büyük özgürlük, kopamadığımız şehrin ta kendisi…