Kitap karakterleri

Sayısal veri ve kaba bir algoritma… Bir toz bulutu… Konuşmacı, geçmiş ve gelecek… Yarı canlı ama cüssesini taşıyamayan bir metal yığını… Her hikâyedeki metin birbirinin içine giriyordu sanki. Bir sanrı… “Satranç” diye başını kaldırdı çocuk. “Hiçlik…” diye cevapladı yazar Benim ki hiçlik değil Bay Zweig. Bir yakarış… Bir uğultu, daha çok çığlık… Bir denizin ortası, […]

Sayısal veri ve kaba bir algoritma…

Bir toz bulutu…

Konuşmacı, geçmiş ve gelecek…

Yarı canlı ama cüssesini taşıyamayan bir metal yığını…

Her hikâyedeki metin birbirinin içine giriyordu sanki.

Bir sanrı…

“Satranç” diye başını kaldırdı çocuk.

“Hiçlik…” diye cevapladı yazar

Benim ki hiçlik değil Bay Zweig. Bir yakarış… Bir uğultu, daha çok çığlık…

Bir denizin ortası, bizi bizden uzaklaştıran yapay dalgalar…

Sayfaları aşamayan o uzun ve çalışılmış cümleler…

Yazarla yarattığı karakter arasında nicedir bir uçurum varmış gibi…

…”Kaç zamandır dondurma yiyemiyorum biliyor musunuz?” diye sordu çocuk

“Esas ayırım uyumlularla uyumsuzlar arasında. Kalanı edebiyat, hem de kötü edebiyat…”

Pessoa diye inledi. Evet bu tırnak içine alınan cümle Pessoa’ya ait. Huzursuzluğun kitabından bir alıntı…

boyut, mekân ve zaman anlamını çoktan yitirmişti.

Zihinsel bir elek irili ufaklı birçok anıyı yok ediyordu sanki.

Her kitap karakterinin bir annesi ve bir babası olmalı…

Gerisi gelmiyor işte.

Bu sessizlik gezegeninde, niteliğin hiçbir hükmü yoktu.

İnsanlar dalgın yürümek zorundaydı sanki. Bezgin ve umarsız…

Baba! Baba…

Baba biz yoksa hiç karşılaşmadık mı?

Daktilonun tuşlarına birlikte vurmadık mı?

Baba bu duyduğum müzik kimin, kimin bu yazılanlar?

“Hissetmenin ağırlığı” diye araya girdi Pessoa… Ah ne büyük ağırlıktır bu duygu. Ne büyük fedakârlık…

Aklımızın kendisi bir azap değil mi zaten?

O canlılık, o ahenk, doğayla bütünleşmekten başka kaygım yok benim…

Geçmişe özlemin, doğanın bilincinden taşan o sıcaklığa dokunmanın…

Pessoa, yarattığı karakterin omuzuna dokunur gibi, “Masallardaki Yakışıklı Prens, mükemmel Erkek, yorulmak bilmez âşık gibi mi yani?” diye gülümsedi.

Hayır diye çıkıştı çocuk. “sokakları, alışagelmiş renkleri terk etmek meselesi biraz da…

Yaşamak, çalışmak, göçmek, korunmak, korunamamak hatta ölmenin sıradanlaştığı bir çırpınış…”

Bir metin sürekli dinç olmalı. Rehavete kapılmadan. Baştan savmacılığa boyun eğmeden özellikle…

Hayal, ses ya da sizi inadına uyandıran kaygılı bir ritim…

Çünkü doğa ve canlılık hiçbir boşluğu kabul etmez…

Kendine kimim sorusunu dahi sormayan bireyleri hiç kabul etmez…

Kuşkuyu sevmez,
Karamsarlığı hiç…
Hatırlanmak ister, hatırlatmak…

Yaşamın bir kırılganlık anı olduğunu bilir.

Bir gölgenin rüyası gibi, bütün renkleri değiştiren sıcak bir mevsim…

Çocuk kendi kendine konuşuyordu sanki. “Hem ben neredeyim? diye sordu

“Kitapların içinde. Basılı sayfalarda bir serüven yaşıyorsun…” diye cevapladı Jak London…

Exit mobile version