Tutkulu bir okur olan Albert Einstein, yolculuklarına çıkarken yanında bavullar dolusu bilim dışı kitap götürürdü. Ona göre, yaratıcılığa ve bilgiye duyulan hazzı uyandırmak, kitabı sevdirmek bir öğretmenin en önemli görevi olmalıydı. Öğrencilerine şöyle derdi: “Kesinlikle bilmeniz gereken tek şey, kütüphanenin yeridir.”
Stefhen King, üniversite öğrencisiyken kütüphane sık sık ziyaret ettiği bir yerdi. Maine Üniversitesi İngiliz Filolojisi bölümünde okuyordu. Üçüncü sınıfta öğrenim masraflarını karşılamak için üniversitenin kütüphanesinde çalışmaya başladı. Kitaplar arasında geçirdiği 1969 yılı unutamayacağı, hayatının en önemli yıllarından biri olacaktı.
Stefhen King gibi, Jorge Luis Borges, Lewis Carroll, Rubén Dario, Georges Bataille, Robert Musil, Georges Perec, Marcel Proust, Mario Vargas Llosa ve daha birçok ünlü yazar yaşamlarının bir bölümünde kütüphanecilik yapmıştı.
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Perulu yazar Mario Vargas Llosa, 1950’lerde başkent Lima’daki San Marcos Üniversitesi’nde hukuk ve edebiyat öğrenimine devam ederken Milli Kütüphanede çalışmaya başladı. İşi, yeni gelen kitapları kaydetmek, yerlerine koymak, katalogları düzenlemek, bir kitabı aramak veya okuyucularla ilgilenmekti. Kalan boş zamanını okuyarak ve yazarak geçiriyordu.
Latin edebiyatının en büyük adlarından Jorge Luis Borges, 1955’ten 1970’e değin Arjantin Ulusal Kütüphanesi’nin müdürlüğünü yapmıştı. Düzyazıyla şiiri birleştiren, fantastik öğeleri ağır basan, kendine özgü yazım tarzıyla çok sayıda yapıt veren yazar, cenneti bir bahçe olarak değil, bir kütüphane olarak düşündüğünü söylemiş, en ünlü ve en etkileyici öyküsü Babil Kitaplığı’nda evreni sonsuz bir labirent kütüphane olarak tasarlamış, kendisiyle yapılan bir söyleşide “İnsan yazdığıyla değil okuduğuyla var olur” demişti.
16 yaşında Buenos Aires’te bir kitapçıda çalışırken Borges ile tanışan ve ona dört yıl süresince kitap okuyan Alberto Manguel, ünlü yazarın dünyasından bilinmeyen kesitleri anlattığı Borges’in Evinde adlı kitabının yanı sıra Okumanın Tarihi, Kelimeler Şehri, Okumalar Okuması, Geceleyin Kütüphane gibi daha birçok benzersiz kitap kaleme aldı. Şunları söyledi:
“İster kendime ait olsun ister geniş bir okur kitlesiyle paylaştığım kütüphaneler bana hep çılgın yerler olarak görünür, onların labirenti andıran, kitapların uyumsuz düzenlerine (becerinin olmasa bile) aklın egemen olduğunu düşündüren mantık beni oldum olası çekmiştir. Sıkış tıkış raflar arasında kaybolup gitmekten maceracı bir tat alır, harflerin ya da rakamların kurdukları sıradüzenin bir gün beni vaat edilen yere götüreceğine dair boş bir inanca kapılırım… Böyle boş sanrılarla yarım yüzyılım kitap toplayarak geçti. Son derece verici olan kitaplarım benden hiçbir şey talep etmez ama bana her türlü ışığı sunarlar.”
Manguel’in, “ikizim” dediği Enis Batur, Kütüphane: Bir Başka Labirent Öyküsü adlı kitabında, “Kitaplığımın labirenti çalışma odamın, evimin duvarlarından başlar ve oradan bütün yerküreye yayılır” derken, şunları da ekliyordu: “Onların içinden bir çıkış aramaya yeltenmedim hiç. Tam tersine, ben burada kalmaya, orada kaybolmayı kendime yakıştırdım.”
Dünyaca ünlü İtalyan yazar, eleştirmen, filozof ve göstergebilimci Umberto Eco, Milano’daki eski bir oteli satın alıp, içerisini yeniden düzenleyerek, labirent şeklinde bir kütüphane haline getirmişti. Ona göre kütüphane demek, kişisel bir keşif alanı, dinamik bir düşüncenin ve hayal gücünün merkezi demekti.
İlk örneklerine eski Mısır’da rastlanan kütüphaneler daha çok krallara ait kütüphanelerdi. Bunlardan herkesin yararlanması söz konusu değildi. Bugünkülerine benzer bir hizmetin verildiği, halkın yararlandığı, halk kütüphanesi diyeceğimiz ilk kütüphaneler MÖ VI. yüzyılda Atina’da yaşama geçti. Fakat ilk mükemmel kütüphane Aristoteles tarafından kuruldu. Filozofa göre kitap toplamak bilim insanının çalışmalarından biriydi ve bir anımsatma aracı olarak gerekliydi.
Mısır’ın İskenderiye kenti MÖ 331 yılında Aristoteles’in öğrencisi Büyük İskender tarafından kuruldu. Ama İskender kurduğu kentin tamamlanmasını görecek kadar yaşayamayacaktı. İskender’in en iyi generali, Aristoteles’in başka bir öğrencisi Batlamyus Mısır’da kendi krallığını kurdu. Eski Mısır bilginlerinin bilgileriyle, Aristoteles’in Yunan mantığını birleştirerek mükemmel bir şehir geometrisi elde etti. Dünyada yazılı ne varsa onları bir araya getirmeye, dağınık koleksiyonları tek bir kütüphanede toplamaya başladı. İseknderiye Kütüphanesi gezegenimizin o zamanki en büyük kentinin onur ve düşünce merkezi oldu. Dünya tarihinde ilk gerçek araştırma enstitüsünü oluşturdu.
62 yaşında mide hastalığından yaşama veda eden, Antikçağın en yaratıcı ve en çalışkan filozofu Aristoteles, öğrencilerinin kurduğu ne hayallerindeki o ideal kenti ne de o kütüphaneyi görebildi. Aristoteles yalnız felsefe değil aynı zamanda mantık, matematik, fizik, gökbilim, biyoloji gibi konularda oldukça etkileyici çalışmalar yapmış, çalışmalarında gözlem ve deneylerle öncü, güvenilir bilgi üretmişti. 17. yüzyılda pek çok görüşü çürütülse de, Batı bilim dünyasına büyük katkıları oldu. Birçok yapıtı günümüze ulaşmadı.
Umberto Eco, unutulmaz romanı Gülün Adı’nı Aristoteles’in Poetika adlı yapıtının kayıp olan ikinci bölümü üstüne kurmuştu.
Romandaki olay, 1327 yılında, Kuzey İtalya’daki bir Benedikten manastırında, Hıristiyanlık ve dolayısıyla Batı siyasal tarihinin dönüm noktalarından biri olan Papa ile İmparator arasındaki atama yetkisi savaşımının aşamalarından birini oluşturan bir zaman diliminde geçer. Manastırın Papa ve İmparator’un temsilcileri arasında bir uzlaşma ortamı yaratmak için yapılacak önemli bir toplantının eşiğinde, genç bir rahip ölü bulunur.
Yanında yardımcısı Adso ile birlikte manastıra uzlaştırıcı olarak gelen Baskervilleli William adlı yetenekli eski bir sorgucuya, bu ölümü aydınlatma görevi verilir. William, yardımcısı Adso ile manastırda karşılaştıkları ilk gizemli ölüm olayını çözmeye çalışırken başka keşişler de benzer şekilde ölmeye başlar. Cesetlerde ortak işaretler vardır: siyah parmaklar, mor bir dil.
Tüm ipuçları, kitapların gizlendiği, insanların doğru bilgiye ulaşmalarının engellendiği manastırın merkezindeki labirent şeklinde inşa edilmiş kütüphaneye ve burada saklanan yasaklı bir kitaba çıkar. William ve Adso sonunda kütüphaneye girmeyi başarırlar. Yasak kitap, herkesin yittiğini ya da hiçbir zaman yazılmamış olduğunu söylediği, gülmenin erdemini açıklayan, Aristoteles’in Poetika’sının ikinci bölümünün nadir bir kopyasıdır. Kutsal kitap gülmeyi yasakladığı için, kütüphane sorumlusu, kilisenin en yaşlı rahibi Jorge bu kitabı zehirlemiştir ve ona her dokunan birkaç dakika içinde ölmüştür.
William ve Adso kitabı bulmaya çok yaklaştıklarında kütüphanede yaşlı Jorge ile karşılaşırlar. William, “Gülmekle ilgili bu incelemede seni korkutan neydi? Bu kitabı ortadan kaldırarak gülmeyi ortadan kaldıramasın” deyince de Jorge şu karşılığı verir:
“Gülmek, bir köylüyü bir an için korkudan kurtarır. Ama yasa korku aracılığıyla kendini kabul ettirir; yasanın gerçek adı Tanrı korkusudur. Oysa bu kitaptan, tüm dünyayı yeni bir ateşle tutuşturacak bir kıvılcım çıkabilir: Ve gülme, Prometheus’un bile bilmediği yeni bir korkuyu yok etme sanatı gibi tanımlanacaktır. Gülen bir köylü için o anda ölmek önemli değildir, ama sonra, gülme özgürlüğü sona erince, dinsel tören yeniden tanrısal tasarıma göre içine ölüm korkusu salacaktır. Oysa bu kitaptan, korkudan kurtularak ölümü yok etmek için yeni ve yıkıcı bir umut doğabilir.”
İnsanların gülmesini istemeyen, onlara umut olabilecek bir kitabın okunmasını, cinayet işleme pahasına da olsa engelleyen, yobaz kafalı Ortaçağ keşişi Jorge, bu dünyadan o kitapla birlikte gitmeyi yeğler. Önce kitabın zehir sürdüğü sayfalarını koparıp ağzına atarak çiğneyip yutmaya çalışır, ardından elindeki lambayı yere atarak kütüphaneyi yakar ve bu ateşle tüm manastır üç gün üç gece boyunca yanar…
Ortaçağ Avrupası’nda özgür düşünceyi baskı altında tutan Kilise, sakıncalı gördüğü pek çok elyazmasının kütüphanelerde saklanmasını ve okunmasını günahla ilişkilendirdi. Antikçağın hukuka, bilime ve felsefeye yönelik yapıtları, Doğu uygarlıklarının düşünsel birikimi, Avrupa’nın pagan inançlarını dine karşı bir tehdit oluşturacağı inancıyla yasakladı. Kilisenin bu korkusu, İskenderiye Kütüphanesi başta olmak üzere pek çok kütüphanenin, içindeki değerli elyazmalarıyla birlikte yakılarak yok edilmesine neden oldu.
Çağlar boyunca saldırıya uğrayıp, yakılıp yıkılsalar da kütüphaneler, küllerinden yeniden doğdular. Labirenti çağrıştıran yapılarıyla bilgeliye giden yolları aydınlattılar. Toplumsal değişime ve bilimin gelişmesine büyük katkılar sağladılar. Geleceğin inşasında büyük rol oynadılar…

YORUMLAR