Mardin’deki Manastır’dan

500 rakımlı Saint Simon’a… Anlatılana göre; Mardin, dinlerin, dillerin ve medeniyetlerin merkezi… Güneydoğu’nun kültürel zenginliği… Mardin’e gelince görülmesi gereken yerlerden biri de Deyrulzafaran Manastırı. Mardin’e yaklaşık 4 km uzaklıkta bulunan manastır, Süryaniler için önemini sürdürmeye ve gerçeküstü atmosferi ile ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor. Peki, bize dair anlatılanlar ne? Bizdeki Manastır’dan damlayan hikâye ne? 1500 yıllık […]

500 rakımlı Saint Simon’a…

Anlatılana göre; Mardin, dinlerin, dillerin ve medeniyetlerin merkezi… Güneydoğu’nun kültürel zenginliği… Mardin’e gelince görülmesi gereken yerlerden biri de Deyrulzafaran Manastırı. Mardin’e yaklaşık 4 km uzaklıkta bulunan manastır, Süryaniler için önemini sürdürmeye ve gerçeküstü atmosferi ile ziyaretçilerini ağırlamaya devam ediyor. Peki, bize dair anlatılanlar ne? Bizdeki Manastır’dan damlayan hikâye ne?

1500 yıllık Saint Simon Manastırı’nı, kadim toprakların Antioch diye bilinen Antakya’sı ile mi anmak gerek, yoksa ona dair ‘sahiplik’ savaşına girmiş Defne ve Samandağ ilçeleriyle mi? Belki de hiçbiriyle! Yaşadığı sahipsizlik o kadar derin ki… Dendiği gibi! Onu hak edecek bir ‘bugün’ yok! Peki, kent turizminin gündemine bile girememiş böylesi bir inanç noktasını halının altına süpüren bizlerden biraz uzakta, bugün hala yaşayan, nefes alan ve hatta dünyaca bilinen bir başka Manastır’a gidelim mi? Onun hikâyesini okuyalım! Bizlerin, eldeki için yazamadığı hikâyenin yokluğunda, var olana dikkat kesilelim… Ama düşünelim de! Nerede yanlış yaptık, düşünelim! Var olanı yok eden zafiyetlerimizi sorgulayalım en çok da!
Evet, bir diğer Manastır hikâyesi, Mardin’den… Antakya gibi kadim toprakların bir diğer kentinden…
-DEYRULZAFARAN-
Mezopotamya’nın ilk tapınaklarından birinin üzerine kurulu bulunan Deyrulzafaran Manastırı’ndayız bugün.
Eldeki bilgilere göre, Manastır, belki bin yıldır üzerinde ibadet edilmesine öylesine alışık ki, burada neredeyse hiçbir şey değişmemiş, değiştirilmemiş. Öyle ki, Deyrulzafaran Manastırı, bozkırın ortasında yükselen ortaçağ yapılarını andırıyor. Rahipler ve öğrencilerin manastırda yaşama biçimi de yüzlerce yıl önceki gibi.
Kulaktan kulağa fısıldananlara göre… Yüzlerce yıl önce bu dağlarda safran çiçekleri açarmış. Bu nedenle Deyrulzafaran inşa edilirken sıvasında safran çiçekleri kullanılmış, renk versin diye. Safran çiçekleri renklerini sunmuşlar Deyrulzafaran Manastırı’na, ama sonra da bu ovalardan, dağlardan çekip gitmişler. Şimdi safran yörede az bulunduğu için altın değerinde. Zaten Deyrulzafaran da kelime anlamıyla “Safran Manastırı” demekmiş.
-MANASTIR’IN İKRAMI-
Bundan sonrasını Manastır’ı adımlayan devam etsin mi?
“Manastırın üretimi olan Deyrulzafaran çayından içiyoruz. Mis kokulu demli çayların yanında, yine Manastır’ın üretimi olan hurma kurabiyelerin de tadına bakmadan edemiyoruz. Mis kokulu çaylar ve yanında sunulan kurabiyeler de bir o kadar lezzetli…
Manastırın avlusunu çevreleyen duvarlarda bulunan taştan hayvan kabartmaları, Nuh’un gemisine alınan hayvan türlerini tasvir ediyor. Manastır, bu özelliği ile boz bir denizin içinde bir gemiyi anımsatıyor. Etrafta odalar var. Odalarda dini eğitim devam ettiği için ziyaretçilerin girişi yasak.
Deyrulzafaran’ın anlatılan öyküsüne gelince… Bundan yaklaşık 4000 yıl önce, Güneş’e tapanlar kendilerine bir tapınak aramışlar. Öyle bir tapınak yapmak istemişler ki, bütün Mezopotamya Ovası önlerinde uzansın, ama dağların arasında da kaybolsun. Bunu gerçekleştirmek için de, Mardin’den 4 km uzağa tapınaklarını kurmuşlar Güneş tapınağıyla başlayan serüven, pagan inanışından sonra Hristiyanlık-Ortodoks-Süryani tapınağına dönüşmüş. Deyrulzafaran’ın ilk kuruluşu böyle olmuş. Güneş’e tapanların tapınak olarak kurdukları dönemde, Deyrulzafaran, böyle büyük bir yapı değilmiş. Küçük bir yeraltı tapınağı şeklindeymiş. Daha sonra tek tanrılı dinlere inanlar bu manastıra son şeklini vermişler.
İlk kurulu tapınağa girdiğimizde küçük bir odayla karşılaşıyoruz. Tavan tamamen taşla örülü. Derinliği 5 metreyi bulan çapraz olarak döşenen taşlar arasında her hangi bir yapıştırma malzemesi yok. Geçme sistemle dizilmiş.
-ANTAKYA’DAN SONRA-
Tek tanrılı dinler derken, Hristiyan dünyasının Anadolu’daki ilk kiliselerinden biri, Deyrulzafaran. Daha doğrusu ikincisi. Hıristiyanlığın ilk merkezi olan Antakya’daki kilise ahalisi, Bizanslıların akınlarına dayanamadığı için Mardin’e göç ettiklerinde, Patrik 8. Mor Diyonosiyos, Deyrulzafaran’a gelmiş ve buradaki patriklik makamını kurmuş.
Deyrulzafaran Manastırı, Güneydoğu’daki Süryani Kiliseleri içinde en önemlisi. 1116 ve 1932 yılları arasında bütün patrikhanelerin merkezi olarak kabul edilmiş. Deyrulzafaran’da güneşe tapanların tapınak olarak kullandıkları ilk bölümün hemen üzerinde 7 tane mezar odası, 52 tane Süryani metropolit ve patriğinin mezarı var. Bu nedenle bu manastırın Hristiyan dünyasındaki önemi çok büyük ve hala çok fazla ziyaretçi ağırlıyor. Hristiyan inanışına göre, İsa Mesih tekrar dirildiğinde Doğu’dan gelecek ve bu nedenle metropolit ve patrikler
doğuya bakar şekilde oturur pozisyonda gömülüyorlar.
Bugün hala aktif olan Manastır’ın ana ibadet bölümüne 400 yıllık ahşap bir kapıdan giriyoruz. İçeride, köşelerde yer alan üzerinde Arami harflerin yazılı olduğu sütunlar mevcut. Süryaniler hala ana dilleri Aramiceyi konuşuyor. İbadet dilleri de Aramice olduğundan, etrafta bolca Arami harflerine ve yazılarına rastlıyoruz.
Avluda yer alan bazı odalarda, eski döneme ait araç-gereç ve eşyalar sergileniyor. Manastır, eğitim ve kültür yönünden geçmişten günümüze kadar değerlerini koruyarak gelmiş. Yurdumuza İbrahim Müteferrika’dan sonra ilk matbaayı, bölgeye, Manastır’da patriklik yapan 4. Petrus getirmiş. Manastır’da birçok kitap basımı ve dağıtımı gerçekleşmiş. Matbaanın parçalarının bir kısmı odalardan birinde sergileniyor.
Manastırda dini eğitim de devam ediyor. Gündüz okula giden çocuklar geri kalan yaşamlarını burada sürdürüyor. Süre gelen yaşam, kentten ve bölgeden kopmadan devam ediyor. Gün geçtikçe sayıları azalan Süryaniler için bu manastır bir sığınak gibi… Yaklaşık 1 saat süren gezimizden sonra kafeden çay ve kurabiye alıp çıkıyoruz. Mardin’de gezilecek yer çok, bizim vaktimiz az… Yeni yerler, yeni keşifler bizi bekler…”
-VE BİZ-
Mardin’e dair hikâyenin sonuna nokta koyduk koymasına da… Bize dair hikâye için de çok bakındık, gelip gidenlerden fısıldananlara en çok da… Ama bulamadık! Bir zamanlar Samandağ ilçe sınırları içinde olan, şimdilerde Defne ilçesine ait Aknehir’in 500 rakımlı tepesinin zirvesinde bir başına bırakılan Saint Simon’un dünde kalan hikâyesine hiç eklenememiş bir bugün varmış, onu anladık. İlçe sınırları içine onu almak için ‘meclis’ kararı aldırtanlar mı? Sahip olmak yetmiş! Manastır hikâyesi ise kendi sessizliğine gömülmüş…
-SORALIM-
Buradan soralım… Büyükşehir Yasası ile 1500 yıllık Saint Simon Manastırı’na sahip olan ve Samandağ Kaymakamlığı’nın iade talebine ‘oybirliği’ ile ‘HAYIR’ cevabı veren Defne Belediyesi’nin Başkanı Sayın İbrahim Yaman’a… Bu kentin tarihine ve kültürüne dair yaşanan onca soruna, haber başlığına ve keşfe rağmen konuşmayan Hatay İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün tepesindeki isme, Sayın Hüsnü Işıkgör’e… 2014 Aralık ayında hizmete giren yeni Müze binasının yaşadığı sorunları temelinde sıkça haberlerimize konu ettiğimiz Hatay Arkeoloji Müzesi’nin Müdürü Sayın Nalan Yastı’ya… Bu kentin sahip olduklarının sunumunda, tanıtımında, bakımında, korunmasında yaşanan tüm aksaklıkları ilk elden takip etmesi gereken Hatay Valiliği’ne… Ve hepsinden öte, Ankara’ya, Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Nuri Ersoy’a…
Bir diğer kadim kent Antakya’nın yanı başındaki Saint Simon Manastırı’nın yaşadığı yalnızlık, kirlilik, sahipsizlik, bir başınalık için bir şeyler söylemek isterler mi? ‘Sorumlu kimse, ayağa kalksın’ derler mi?
Burayı ziyaret eden yabancı bir turistin ifadesi ile noktalayalım bugünü, ama ‘dün’ deneni sormaktan da asla vazgeçmeyeceğimizin altını bir kez daha çizelim.
“Mahkeme mahkeme dolaşıp, kayıp Anadolu’nun parçalarını toplamaya çalışıyorsunuz. Ama emin olun, bu kentte bulunanlara dair yaşanan bu korkunç durum ‘dava ettiklerinizin’ eline geçse, hiçbir mahkeme size istediklerinizi vermez. Demezler mi, ‘sen önce eldekilere sahip çık’ diye! Ama yine de medeni cesaretiniz müthiş! Bu ülkeden ya da dünyanın birçok yerinden insanlar geliyor ve buraları bu halleriyle fotoğraflayıp her yerde bir şekilde yayınlıyor. Ben olsam çekinirdim, utanır sıkılırdım. Hatta bu alanları olması gereken hale getirinceye kadar ziyarete kapatırdım. Sanırım bu, turizm beklentilerini bir şekilde sıfırlamakla ilgili! Öyle mi?” -Tamer Yazar-

Exit mobile version