Röportaj: Tamer Yazar
15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu üyesi de olan, HDP Mardin Milletvekili Mithat Sancar’ın FETÖ noktasındaki sorularının cevapsızlığında oluşan tespiti oldukça net… “Darbe Araştırma Komisyonu’nda, ‘by-lock’ kullanan siyasilerin listesinin MİT’ten istenmesini talep ettik. Dedik ki, ‘kim kullanıyor, görelim…’ Milletvekili mi? Bakan mı? Müsteşar mı? Belediye Başkanı mı? ‘Bunları görelim’ istedik. Ama talebimiz kabul edilmedi.”
Yoğun Türkiye gündemini masaya yatırdığımız bu defa ki isim, HDP Mardin Milletvekili Mithat Sancar oldu. Aynı zamanda 15 Temmuz Darbe Araştırma Komisyonu üyesi de olan Sancar’a çok şey sorduk. Sorduklarımıza aldığımız cesur cevaplarla oluşan Türkiye tablosunu ise her soruda sizler için kareledik. Elde biriken fotoğraflar için başlayalım mı?
Şubat 2017’de Meclis’te yaptığınız bir konuşma ile başlayalım mı? O gün, AKP sıralarına dönüp şöyle dediniz… “Siz mağdur olduğunuzda insan hakları var, başkaları olduğunda terörist… Söyleyecek bir sözünüz yok mu?” Peki, bugün, o sözler noktasında neredeyiz? Türkiye nerede ve nereye gidiyor?
O günkü noktadan çok daha kötü bir yere geldiğimizi söyleyebilirim. İnsan hakları alanında çok daha kötü bir tablo ile karşı karşıyayız. İnsan hakları, her alanda yoğun bir biçimde ihlal ediliyor. Hatta iktidar, ihlalleri bir kılıfa sokma, gizleme gereği bile duymuyor. Mesela insan hakları konusunda en hassas başlıklardan biri olan ‘işkence’ meselesinde bütün hukuksal normları, hatta ahlaksal normları yerle bir eden uygulamalar oluyor. Öte yandan, insan hakları ihlallerine karşı mücadele yürüten örgütlere ve kişilere karşı da sindirme operasyonları yapılıyor.
İstanbul Büyükada’da bir toplantı sırasında yaşanan gözaltılar buna bir örnek mi?
Büyükada, insan hakları savunucularına yönelik sindirme operasyonlarının en büyük ve en tipik örneğidir. İddianame de yeni yayınlandı. Gördük ki orada, tamamen keyfi bir yaklaşımla, hiçbir dayanak ve delil olmadan bu insanlar içeride tutuluyor. AKP’de bunlara ses çıkaran insan zaten olmuyor. Benim, bahsettiğiniz konuşmamda muhatap aldığım ve çağrı yaptığım vekiller vardı, ismen saydığım… O gün bu isimler Meclis’te olduğu için onları anmıştım. Ancak, geçmiş dönemde mağdur olup da ‘insan hakları’ diye ortaya çıkan ve ‘insan hakları savunuculuğu’ iddiasında bulunan başka isimler de var AKP’de. Onlardan da bu ihlallere ses çıkarmalarını bekliyorduk. Davetimiz o anlama geliyordu. Maalesef bu davet o zaman da olumlu bir karşılık bulmadı. Şimdi söz konusu ihlaller çok daha vahim bir duruma gelmişken yaşanan sessizlik daha berbat bir düzeye geldi. Dolayısıyla, o günden bugüne AKP içinde ses çıkaran, ses çıkarmaya cesaret eden ya da ses çıkarma sorumluluğunu hisseden kimseye rastlayamadık. Mesele sadece sessizlikten de ibaret değil; eskiden insan haklarını dilinden düşürmeyen isimler, şimdi vahim ihlalleri açıkça savunur durumdalar.
HDP’ye dönelim… Kürt Siyaseti’nin Türkiye tablosundaki en net gücüne dair oluşan tablo ne kadar umut veriyor? Özellikle de Selahattin Demirtaş’ın cezaevinde olduğu gerçeğinde dururken ve diğer vekiller üzerinde de ciddi baskılar olduğunu izlerken…
Çok ağır baskılara maruz kaldığımızı örneklerle anlatmama gerek yok sanırım… HDP’ye karşı çok özel bir operasyon yürütülüyor; ama bu operasyonun hedefi ve amacı çok daha kapsamlı ve derin. Bu, bir siyasi darbe operasyonudur. Üstelik son 1 yılda başlayan bir şey de değildi. Bu operasyon, 8 Haziran 2015’te başladı. Bizim 7 Haziran seçimlerindeki başarımız, sadece AKP’nin iktidar olma çoğunluğunu kaybetmesini sağlamamızdan ibaret değildi. Aynı zamanda, Türkiye’de Kürt siyasi geleneğiyle Türkiye halkları arasında bir buluşmanın mümkün olduğunu gösterdik. İşte bu durum, egemenleri, özellikle de ergenekoncuları, milliyetçileri, ulusalcıları fazlasıyla rahatsız etti. Ama öte yandan, Erdoğan’ı ve AKP’yi de çok korkuttu. Çünkü o yürüyüş devam etseydi, hem bu ulusalcı-milliyetçi cephe ‘ideolojik’ olarak ciddi bir darbe yiyecekti hem de Erdoğan’ın ‘Başkanlık’ hayalleri tümden suya düşecekti. O nedenle, bana göre, düğmeye 8 Haziran’da basıldı.
Bu kadar baskıya maruz kalan bir Partinin ilk yapması gereken şey, ister bilinçli bir plan ister refleks olarak, ayakta kalmaya çalışmaktır. Düşünün ki, o zamanlar eş genel başkanlarımız ve
8 Milletvekilimiz içeri alınmış, il ve ilçe yöneticilerimiz hapse atılıyor, ağır bir saldırı ve operasyon ortamı var. Tüm bunların yanı sıra, en sıkı düzeyde bir medya ambargosu devam ediyor. Bizler, bu saldırılara göğüs gerdik. Muhtemelen, iktidarın hedefleri arasında, HDP içinde ayrılıklar ve ihtilaflar yaratmak da vardı. Bu çerçevede, HDP’yi içten zayıflatmayı ve çökertmeyi da istediler, ama hiçbir şekilde böyle bir durum oluşmadı. Öte yandan, bizim Meclis’i terk edebileceğimizi de düşünmüşlerdir. Bizi Meclis’i terk etmeye zorlama gibi bir niyetleri de olmuştur. Ancak halkımıza, seçmenimize, bize yakın toplum kesimlerine ve kuruluşlarına danıştık ve çok büyük bir çoğunluk bizlerin Meclis’te kalmamız gerektiğini söyledi. Doğu olan da buydu.
Bugün itibariyle şunu net olarak söylemek gerekiyor ki, mevcut iktidar koalisyonuna karşı gerçek ve demokratik muhalefeti temsil eden tek Parti HDP’dir. HDP; Türkiye’nin demokratik geleceğinin ve barış umutlarının hala en güçlü taşıyıcısıdır.
28 Şubat sürecinin mağduriyetinde durduğunu ifade eden bir iktidarın bugün başka başka kesimler noktasında benzer mağduriyetler yarattığı bir süreci izliyoruz… İnsan hakları ve özgürlüklerin elleri arkadan bağlı hallerinde çözülme yaşanır mı sizce? Yaşadıklarımız bir geçiş dönemi mi? Yoksa bugüne ekli baskının daha fazlası bizleri bekliyor mu?
Çok kısa ve çok net bir cevap vereyim… İnsan hakları ihlallerinin yoğunlaşması, iktidarların güçlü olduklarını değil, zayıfladıklarını; kendilerine güvendiklerini değil, korktuklarını gösterir. Toplumda yeterince meşruiyeti kalmadığını hisseden iktidarlar baskıyı arttırırlar. Önümüzdeki dönemde, bu iktidarın, en azından seçimlere kadar daha fazla bir baskı yaratacağını, insan hakları ve özgürlükleri alanında ise çok daha fazla ihlal yaşayabileceğimizi düşünüyorum. Zira iktidarı kaybetmek onlar için sıradan bir seçim yenilgisi anlamına gelmiyor.
Bunun, AKP Hükümeti ve Erdoğan için çok daha farklı anlamları var. O nedenle de, iktidara her araç ve yöntemi kullanarak yapışıyorlar. Bu araç ve yöntemlerin çok büyük bir kısmını da baskı politikaları oluşturuyor.
HDP için ‘Kürt Milliyetçisi’ ve ‘Bölge Partisi’ eleştirileri hep çok yapıldı… Aradan geçen bunca zaman içinde, HDP’nin 3. Parti konumu bu iki eleştiriyi de toprağa gömdü diyebilir miyiz?
Öncelikle şunu söylemem gerekiyor ki, HDP, Türkiye’de ‘milliyetçi’ olmayan tek Partidir. Çünkü HDP, halkların partisidir. Bölge Partisi değiliz ve bütün Türkiye’nin Partisi olma iddiasıyla yürüyoruz. Şüphesiz bölgeden yoğun bir oy alıyoruz. Bunun da tarihsel ve sosyolojik sebepleri var. Bizlerin bölge partisi olmamızı asıl isteyen kesim şimdiki iktidardır. Büyük ihtimalle, bizi bölgeye sıkıştırırlarsa rahatlayacaklarını düşünüyorlar. Bizler ‘Türkiye Partisi’ konumunu korudukça ve bu konumu güçlendirdikçe, ‘islamcı-ulusalcı-milliyetçi’ bu koalisyon çok daha fazla hırçınlaşıyor. Aslında bize bu kadar öfke duymalarının ve bu kadar saldırmalarının bir nedeni de bu! Muhtemelen, tüm bu baskılar karşısında bizlerin bölgeye çekileceğini dahi varsaydılar. Biz ise HDP’nin kuruluş fikrine ve ruhuna sonuna kadar bağlı kaldık. Öyle ki, çeşitli şehirlerdeki yöneti-cilerimizin profiline ve milletvekillerimizin kimliğine baktığınızda, bu kadar Türki-yeli, bu kadar çoğulcu başka bir Parti bulmanız mümkün değil. İşte, ancak bu olmadığı takdirde HDP ‘HDP olmaktan çıkar’ ve başka bir Parti olur…
‘15 Temmuz, Türkiye’nin cemaatçi siyaset algısının finali oldu’ diyenler sanırım haksız değil… Peki, dünün Hoca Efendisi’ni FETÖ’ye dönüştüren bu son kırılma noktası Türkiye’de buna dair bir sayfayı kapattı mı, yoksa cemaatçi siyaset Ankara’da hala etkin mi?
Bu konuda net değerlendirmeler yapabilmek için biraz daha zaman gerekiyor. Ancak AKP, bu cemaat-tarikat politikasından vazgeçecek gibi görünmüyor. Bu anlamda baktığınız zaman; Milli Eğitim’de, Emniyet’te ve Yargı’da kadrolaşmayı son sürat devam ettiriyor ve buralarda da yine çeşitli tarikatlara-cemaatlere dayanıyor. Hala bu politikayı yürütüyor olmaları, meseleyi ‘cemaat-tarikat’ tehlikesi olarak algıladıkları konusundaki beyanlarının ne kadar boş olduğunu da gösteriyor.
“Karar verdik, kimin telefonunda ByLock çıktıysa hapse atarız’ diyorlar. Bunu kamil manada uygulasınlar, AK Parti’nin yüzde 60’ı hapse girer” diyen, ancak ardından ‘sözlerim yanlış anlaşıldı’ diyen Saadet Partisi (SP) Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu ile devam edelim mi? Bu noktadan hareketle sorarsam eğer, FETÖ’nün siyasi kanat temizliğinin Türkiye’nin Ankara’sında hakkıyla yapıldığını söylemek ne kadar mümkün?
Söz konusu bile değil… Ben, Darbe Araştırma Komisyonu üyesiydim. Komisyon toplantıları boyunca da iddialarımızı ve düşüncelerimizi dile getirdik. Siyasi ayağın netleştirilmesi ve ortaya çıkarılması konusundaki taleplerimizin hepsi reddedildi. Mesela, Darbe Araştırma Komisyonu’nda, ‘by-lock’ kullanan siyasilerin listesinin MİT’ten istenmesini talep ettik. Sadece siyasilerin! Hepsini istemedik. Talebimiz reddedildi. Dedik ki, ‘kim kullanıyor, görelim…’ Milletvekili mi? Bakan mı? Müsteşar mı? Belediye Başkanı mı? ‘Bunları görelim’ dedik. Varsa bizden birileri, ‘onları da bilelim’ istedik. Ama kabul edilmedi. Şu var ki, ifade ettikleri gibi, bu yapı ‘gelmiş geçmiş en tehlikeli terör örgütü ise’, bu örgütün bu kadar güçlenmesine her türlü yardımı yapan son 15 yıldır iktidarda olan AKP’nin kendisidir. Hem hükümet hem de yerel yönetimler düzeyinde bu yapıya her türlü desteği sunan, yardımı yapan bir parti, hem siyaseten hem de hukuken sorumludur.
Reza Zarrab Davası 27 Kasım’da başlayacak… ‘İtirafçı olacak bir Zarrab Ankara’yı rahatsız ediyor’ desek, yanlış olur mu?
Hayır, yanlış olmaz… Aksine, sanırım çok fazla rahatsız ediyor. Zira Reza Zarrab’ın tutuklanmasından itibaren bunun aslında basit bir mesela olmadığını herkes biliyordu, ama en çok Ankara biliyordu, en çok Hükümet biliyordu. Zarrab’ın tutuklanması ve ardından da yargılanması olayını biraz yakından takip eden herkes, gidişatın nereye doğru olduğunu da az çok tahmin edebilir.
17-25 Aralık olayı olduğunda, şahsen ben, o dönem kullanılan yöntemlerin kesinlikle reddedilmesi ve kınanması gerektiğini söyleyenlerdendim. Bunun altında başka bir planın yattığını, cemaatin, devleti ve iktidarı daha fazla kontrol etme gibi bir hedefi olduğunu da söyledim. Ama şunu da hep söyledim… Bu iddiaların üstü örtülemez. Bu iddialar yok sayılamaz. Bu iddiaların aydınlatılması gerekiyor. Tamam, bu iddiaları hukuk dışı ve ahlak dışı yöntemlerle gündeme getirenler ayrıca yargılansın, bunlarla ayrıca mücadele edilsin. Ama bu iddialar da yok sayılmasın. Çünkü Türkiye’de kapatılırsa, başka yerlerde çıkar! Takip edebildiğimiz ve öğrenebildiğimiz kadarıyla, 17-25, öyle basit bir yolsuzluk meselesi değildir. Bakın adım adım ilerledi! Önce Reza Zarrab, sonra Halk Bankası Genel Müdür Yardımcısı, ardından eski Bakan Zafer Çağlayan… Dava devam ettikçe, zincire daha yukarıda yeni halkalar ekleneceğini tahmin etmek zor değil…
Gelecek seçimler HDP ne yapar herkes merak ediyor… Özellikle de son dönem baskıların ve tutuklamaların arttığı bir dönemde. İzlediğiniz kadarıyla, HDP, kazanımlarında kayıplar mı yaşıyor yoksa bu zor yolculuktan, yaralı ama güçlenerek mi çıkmaya çalışıyor?
En önemli hedefimiz, şu ana kadar yaşanan saldırıları püskürtmek ve ayakta kalmaktı. Bunu başardık. Emin olun, bize yönelen baskıların yüzde 1’i AKP’ye yönelseydi, Parti çoktan darmadağın olmuştu. Bize yönelen baskıların binde biri CHP’ye yönelseydi, sanırım CHP diye bir şey kalmazdı. Dolayısıyla, ayakta kalmak gerçekten de bir başarıdır, ama bizim bununla avunmamız ve yetinmemiz söz konusu bile olamaz. Bizim şimdi yeni yollar yaratarak, yürümeye devam etmemiz lazım. Ağır baskılara karşı kararlı bir şekilde direnerek ayakta kaldık, şimdi güçlenerek yürüme zamanıdır.
Son olarak… CHP’nin adalet yürüyüşü ile estirilen bir rüzgar oldu… Eldeki adaletin Türkiye’sinde atılan bu adımların devamı getirilebildi mi sizce? Ya da bu adımlar ‘ortak bir birliktelik’ yaratabildi mi?
Adalet Yürüyüşü devam ederken benimle yapılan bir röportajda şunu söylemiştim… ‘Eğer CHP ve Sayın Kılıçdaroğlu sönük bir final yaparsa, sonuçları herkes için ağır olacaktır.’ Ancak gördük ki, Adalet Yürüyüşü’nün ardından, CHP, ortaya çıkan enerjiyi ‘demokrasinin ve özgürlüklerin geliştirilmesini sağlayacak’ bir politika izlemedi. Eski çelişkili, zikzaklı tutuma hızla geri döndü. Bunun son örneği ‘tezkere’ meselesidir. Tezkerenin ne amaçla çıkarıldığı ve hangi yetkilerle istendiği belliydi. CHP de bunu biliyordu. Hem tezkereye ‘EVET‘ demek hem de İdlib operasyonu için itirazları yükseltmek inandırıcı değil. Ben, Adalet Yürüyüşü’nün tabanda daha önemli etkiler yarattığını düşünüyorum. Bu etki noktasında, CHP tabanında önemli oranda bulunduğunu düşündüğüm ‘demokrat’ kesimlerin CHP Yönetimi’nin bu ‘tutarsız’ ve ‘zayıf‘ politikasına daha fazla tepki göstermelerini, yani bu yönde daha fazla bir sorgulama bekliyorum. Bu da, belki, CHP Yönetimi’ni daha demokratik ve tutarlı bir noktaya çekilmeye, gelmeye zorlayabilir.