Hiç kuşkusuz aydın olmanın en temel vasfı, gelecek kaygısından çok, nasıl bir dünya istediklerini, nasıl bir sistem tasavvurlarının olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktır. Ancak itiraf etmek gerekiyor ki, günümüz Müslüman aydınlarımızın günübirlik siyasetin dışında, herkesin kendini iyi hissedeceği adil bir dünya tasavvuru kurma konusunda ne mecalleri var, ne de hayalleri…
Son 22 yıllık iktidar ne yazık ki pek çok insanın dengesini bozdu, ama en çok da Müslüman entelektüellerin dengesini bozdu. Bu vesileyle gördük ki, iktidara kolayca eklemlenen Müslüman aydınların heybesinde aslında sandığımız kadar fikri bir derinlik, bir anlayışları de yokmuş. Çünkü eleştirel dünyadan uzaklaşarak adaleti konuşmuyorlar, hukukun üstünlüğünü savunmuyorlar, emir kulu olmaya, biat etmeye karşı çıkmıyorlar, özgürlükler konusunda hassasiyetlerini kaybetmiş durumdalar, ehliyet ve liyakatin önemini yeterince yüksek sesle söyleyemiyorlar.
Muhafazakâr aydınlar cemaat siyasetini kutsallaştırdıkları ölçüde aşırı pragmatik, entelektüel açıdan neredeyse ‘oportünist’ bir tavır sergiliyor. Çünkü siyasetin gerekleri her dönemeçte değişebiliyor ve aydın kendisini bu yeni tercihi savunma zorunluluğu ile karşı karşıya bulabiliyor. Kişinin kendisi ve geçmiş söylemi ile tutarlı olma kaygısı önemsizleşirken, cemaatin bütünsel siyasi hedeflerinin kollanmasına yönelik bir ‘üst ilke’ doğrultusunda davranılıyor. Ne var ki bu düşünmenin değil, eylemin ilkesi olabilir ancak… Diğer deyişle aynı hedefe doğru gittiğiniz sürece neyi önereceğinizin ve savunacağınızın önemli olmadığını söyleyen bir ‘ilke’. Böylece muhafazakâr aydının önüne kolay göğüsleyemeyeceği bir ahlak meselesi çıkmış oluyor.
***
Türkiye’de dindar entelektüellerde gözlemlediğim -aslında dindar kitlenin ana sorunlarından biridir bu- zulümlere, haksızlıklara veya yanlış uygulamalara karşı ‘içeriden eleştiri’ye yanaşmamaları, hatta elde edilen konumu, iktidarı korumak için yer yer yanlışı dahi savunur hâle gelmeleridir. Edilgenlik, suskunluk, bir tür kabul, elde edilen imkânları koruma, âdeta hakikat ve adalet arayışının/ amacının önüne geçmiş durumda.
Görünen de o ki, onların şimdiki zulümler ve adaletsizlikler karşısında sessiz kalmanın ‘sükût hâli’, Cemil Meriç’in deyişiyle “kurulu düzeni savunmak”, iktidarda kalma ve onu koruma zamanıdır… İktidarda kalmayı bir ‘iman mücadelesi’ olarak algıladıkları için, iktidar başkalarına bırakılmayacak kadar mukaddestir ve bu uğurda gerekirse hukuk da, özgürlükler de geçici bir süre için askıya alınabilir. Bu açıdan geldiğimiz nokta, gerçekten hüzün vericidir.
Bunda elde edilen konumu kaybetme veya geçmişteki baskılara tekrar maruz kalma korkusunun bir rolü elbette vardır. Ama özeleştiri yokluğunu sadece bu korkulara bağlamak eksik bence. Dindar kitlede bir mesele dini kisveye büründüğünde veya toplumda dini/mülki bir âmir tarafından dile getirilince pek sorgulanmaz, genelde söylenene sorgulanmaksızın tâbi olunur. Dolayısıyla dinî veya idarî/mülkî ‘muteberler’in Müslüman kitle üzerinde epeyce etkili olduğu bir vakıadır. Bir de Osmanlıdan beri gelen bir gelenek var sanırım: Yahya Kemal’in “Siyasi Hikâyeler” adlı eserindeki “Damat Mehmed Paşa” başlıklı yazısında dediği üzere devlet bizde ‘uslu ve uysal bende’ler, yani Sükûtî Mehmed Paşa gibi susan, sorgulamayan, tâbi olan vatandaş istiyor. Oysa Baki’nin vasfettiği üzere “Ferman-ı aşk’a, -biz buna Hakikate diyelim- canı ile bağlı olan bir mümin, edanîye/ alçaklığa, haksızlığa, yolsuzluğa karşı susmaz, gücün, makamın altınla süslü bastonuna dayanmaz! “Baş eğmezüz edâniye dünyayı dûn içün” mısraı bu itibarla müminin ana vasfıdır.
***
- yüzyılın en önemli teologlarından biri olarak kabul edilen, Naziler tarafından asılarak öldürülen Dietrich Bonhoeffer’in “Hapishaneden Notlar ve Belgeler”adlı kitabın hemen girişinde yer alan “On Yılın Ardından: 1943 yılının başında bir hesaplaşma”başlıklı yazısından bazı pasajları paylaşmak istiyorum.
Biz Almanlar uzun bir tarih boyunca itaatin gerekliliğini ve gücünü öğrenmek zorunda kaldık. Hayatımızın anlamını ve büyüklüğünü, tüm şahsi istek ve fikirlerimizi çağrıldığımız vazifelerin emrine vermekte gördük. Kölece bir korkuyla değil, özgür bir güvenle yukarıya doğru baktık ve görevlerimizde bir davet ve davetimizde bir misyon gördük. Kendi özel görüşlerimiz ve isteklerimiz yerine “yukarıdan” gelen bir emre uymaya hazır olmak, meşru bir kendine güvensizliğin işaretiydi. İtaatte, vazifede ve davette Almanların tekrar tekrar en büyük cesareti ve fedakarlığı gösterdiklerini kim inkar edebilir? Alman, topluma hizmet yoluyla kendi nefsinin elinden kurtulmanın peşine düşerek özgürlüğünü korumuştu. Tanrının çağrısı ve özgürlük onun için aynı şeyin iki yüzüydü.
Ancak Almanlar bu konuda dünyayı yanlış değerlendirdiler; itaatkârlıklarının ve fedakârlıklarının kötü amaçlar için kullanılabileceğini fark etmediler. Bu gerçekleştiğinde, davetin kendisi sorgulanır hale geldi ve Alman’ın tüm ahlaki ilkeleri sarsılmaya mahkûm oldu.
Alman’ın hala temel bir şeyden yoksun olduğu gerçeğinden kaçılamazdı: görevi ve davetine aykırı olsa bile özgür ve sorumlu aksiyon alma ihtiyacını göremiyordu; onun yerine bir yanda sorumsuz bir vicdansızlık, diğer yanda kendine eziyete dönüşen ama asla eyleme dökülmeyen bir titizlik çıktı ortaya.
Medeni cesaret ancak özgür insanların özgürce sorumluluk almasıyla gelişebilir.
Bonhoeffer’in sözlerinden çıkaracağımız hisse şu: Allah müminlerden, “yukarıdan” gelen talimatları sorgusuz sualsiz yerine getiren iradesiz kullar olmalarını değil, özgürce düşünüp sorumluluk alan insanlar olmalarını ister.
Kayıtsız şartsız itaati ve nesneleşmeyi seçen Müslüman aklının, entelektüel bir çaba harcamadan zihninin özgürleşmesi mümkün olamayacağı gibi toplumsal anlamda ülkeye bir fayda üretmesi de ne yazık ki mümkün değildir.
Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasaray Üniversitesi Em. Öğt. Üy.
Antakya, Pazar 1 Aralık 2024