Sonrasındaki kapı ile de unuttuk…
Öncesini bilenler için sonrasının hikâyesi çok derin… Hatta öncesi zamanında o dar koridorda ilerleyenlerin bildikleri sonrasının aksine çok derin… Peki, o derinlikte neyi kaybettirmeye çalışıyoruz?
Bugüne dair yazacaklarımıza eklenecek kelimeler yerine, aynı konu başlığı için kendi kelimelerini bizle paylaşmak isteyen bir okurumuz devralsın eldeki kalemi ve o anlatsın ‘öncesi’ ve ‘sonrası’ ile eksilen, eksiltilen Antakya’yı. Ardından finali bizler, beraberce yapalım!
-VE KAPATTIK-
“Geçen gün misafirlerimizle bir sokaktan aşağıya iniyoruz. Kurtuluş Caddesi’nden aşağıya… Hani bahsi çok geçen sağlıklaştırılmış (!) sokaktan aşağı… Elde fotoğraf makineleri var. Ufak bir grubuz, ama belli halimizden, özelikle de ‘dışarıdan gelmişler’ diyerek fısıldayan ve yanımızdan usulca geçip gidenlerin seslerinden…
Bir dönem pembeden mora her renge boyanan evler bugün daha normal renkler içinde. En azından kabul edilebilir renkler içinde. Bakımsızlıkları traşlanmış gibi!
Yıllar içinde benzer yerlerden geçip giderken karelediğiniz her ‘an’, sonrası için şahit oluyor! Bugün de o şahitliğimize dair konuşmak istedim sizlerle. Aslında benzer bir haberi okudum geçenlerde. Yine aynı kapı için yazılmış bir haberi. Ama bu defa eldekine ‘öncesi’ ve ‘sonrası’ eklemek istedim.
Kapıyı açık bulduğumuz o günü unutmuyorum. Daha doğrusu, o kapının henüz olmadığı zamanları… Dar bir koridorda biriken çöpler arasından adım adım ilerlediğimiz o günü. İnsan üzülüyor. Siz üzülmüyor musunuz? Aslında dendiği gibi… Bu evler, anıların biriktiği yerler. İnsan hikâyelerinin biriktiği yerler.
O gün o dar koridordan ilerleyip terk edilmiş bu iki katlı evin çaresiz halini izlediğimde ilk bunu düşündüm. ‘Kimler geçip gitmiştir bu koridordan’ dedim kendi kendime… Çocuklar koşuşturmuştur mesela. Baba, ellerinde alışveriş poşetleri evine doğru ilerlemiştir. Belki bir gelin çıkmıştır bu evden… Davul zurna sesleri arasında kalabalıklara ev sahipliği yapmıştır. Önünde halaylar çekilmiştir. Hayaller biriktirmiştir. Ama yaşam kadar ölüm de olmuştur. Acılar kadar hüzünle de dolmuştur.
Doğumlar olmuştur hatta! Yeni doğan bebekle umudun evi olmuştur. Yoksulluğun çaresiz halleri de olmuştur… En çok da bu olmuştur! Belli, çaresizliğinden çok belli…
Ama yine de görkemliydi, biliyor musunuz? En lüks beton evden daha görkemli. O yüzden, bu dar koridorun üzerine demir bir kapı kapatan ve adeta ‘burayı da içeridekileri de unutun’ demeye getirenlere sormak istiyorum… Sahi, unutmak bu kadar kolay mı? Böylesi bir yaşam birikimini geride bırakıp uzaklaşmak kolay mı? Sizle konuşan bu evleri ‘yok’ saymak kolay mı?
Kent yöneticilerine sora
lım o zaman! Sahi, siz nasıl yapıyorsunuz, bize de anlatın! Nasıl oluyor da bu kadar ‘duygusuz’ olabiliyorsunuz, bize de anlatın. Belki biz de vazgeçeriz bu evlerden… Bu kentten… Bu kentin sokaklarından… Anlattıklarından… Anlatmaya çalıştıklarından… Hikâyelerinden… Fısıldadığı her şeyden… Ardından, sen sağ ben selamet, en kocamanından bir nokta koyarız düne, tüm o anılara. Hatta çökmelerini hızlandırırız! Açılan alanlara beton bloklar yükseltiriz. Apartmanlara doluşuruz hep beraber. Kat kat yükseliriz! Ve kat kat da bu kenti eksiltiriz!
Fotoğraflarımızı çekip uzaklaştık uzaklaşmasına da, o kısacık ana sıkıştı bunca kelime. Ama vicdanım sıkıştı o kapının önünde beklerken. Çünkü o ruhsuz kapıyı oraya dikerek ne yapmaya çalıştıklarını biliyorum. Artık siz de biliyorsunuz.
Önce terk edilen, ardından evsizlerce kullanılan, hatta bir ara yangın tehlikesi geçirdiği söylenen bir evin artık ‘yok’ sayılan varlığı, tamamen, ama ‘sessizce’ çöksün diye o kapının oraya dikildiğini hepimiz biliyoruz.
En çok da neye kızıyorum, biliyor musunuz? Bunu, benim gibi hepiniz biliyorsunuz. Valisinden belediye başkanına, mimarından vatandaşına… Hepiniz, hepimiz… Ama uzlaşmışız bir kere! Yemin etmişiz, olacağa ve biteceğe! Tamam da biten ne? Biten bir ev mi sadece? Tek bir ev mi? Ahşap mı? Taş mı?
Farkında bile değiliz ama, biten biziz! O anılar biziz! Bir gün tamamen çöktüğünde o ev, o demir kapının arkasında birikecek o yıkıntılar altında kalacak olan biziz. Bir başkası değil, biziz.
-MARKA MIYIZ?-
Bir kentin marka olma çabasının altında, ‘yok’ olmama isteği yatar. O zaman, eldeki okuyucu mektubunun ötesinde şunu sormamız gerekiyor… ‘Yok’ olmamak için ne yapıyoruz? Ya da soruyu şöyle değiştirelim mi? Yok olanların eksilttiği kent hikâyesini tamamlamak için gidenlerin yerine ne koymayı planlıyoruz?
Soruyoruz! Çünkü ‘var’ olmaya çalışan bir kenti ‘merak’ uyandıran bir yer haline getirmek demek, şehrin belirli bir özelliğinin ön plâna çıkarılması ve adının dünyadaki insanlara sürekli duyurulması demek olduğunu biliyoruz.
Peki, dinler ve diller coğrafyası Antakya, tarihi ve kent kimliği ile ön plana çıkacaksa eğer, eldeki fotoğrafların gerçeği için ayağa kalkıp bir şeyler söylemek isteyen olur mu? Ön plana çıkması gerekenlerin üzerine demirden bir kapı kapatıp, ardından da yaşanan bir çöküş hikâyesini gözlerden ırak tutmaya çalışanlar için ayağa kalkıp bir şeyler söylemek isteyen olur mu?
-ŞEHİR YÖNETİMİ-
Güçlü bir şehir markası geliştirmek için yapılması gereken aslında oldukça net… Bunun için şehrin üst düzey yöneticileri, şehrin sahip olduğu bir dizi marka niteliklerini belirlemeli ve ardından da hedef kitlenin zihninde şehirle ilgili olumlu algılar oluşturmalı.
Peki, kent yönetimi ‘marka’ niteliklerimizi biliyor mu? Hangisini bir adım öne çıkarmalı, analiz ediyor mu? Hedef kitle için eldeki o marka nitelikleri korumak için mevcut demir kapıların kilitlerini kırıyor mu? Ardından o dar koridorun içinde ilerleyip, aslında bize ait olana el uzatıp çöktüğü yerden kaldırıyor mu? Cevap ne? Evet mi, yoksa beklendiği gibi ‘hayır’ mı?
-Tamer Yazar-