Hürriyet Gazetesi’nden Ömer Erbil’in son haberi, “Antalya Korkuteli’nde, Selçuklu Beylikler dönemine ait yaklaşık 800 yıllık Alaaddin Cami restorasyonu sırasında, taş ustalığının eşsiz örneklerinden Taç Kapı harap edildi” diye başlamış, “Taç Kapı’nın yerine, fabrikasyon taşlarla bambaşka bir yapı kondu” diye devam etmiş. Ederken de, bize ‘BİZİ’ hatırlatmış !
Antalya’da yaşanan son ‘restorasyon’ skandalı, tarihe ve kültüre dair ‘skandal’ dokunuşları fazla olan bizler için ‘şaşırtıcı’ mı yoksa ‘olur böyle şeyler’ diyenlerin coğrafyasında ‘buna da mı’ şükür? Soru net, gerçek de! Çünkü eşsiz güzellikteki Taç Kapı’dan, gerçekleştirilen ‘restorasyon’ sonrasında eser kalmamış. Sanat tarihi açısından tarihi kapıya değer kazandıran bezemelerin ve motiflerin pek çoğu artık yok. Bundan sonrası mı? Bir soruşturma daha mı? Sonra! Görevden alınan isimler mi? Peki en sonra? Sonrası yok… Çünkü Taç Kapı da yok!
-BİZDEKİ Mİ?-
Hürriyet Gazetesi’nden Ömer Erbil’in son haberi, Antakya Belediyesi tarafından, Hatay Gazi Evi’nin olduğu tarihi Kurtuluş Caddesi’ne bakan sokağın asfaltlanması haberi ile ne derece kıyaslanır bilinmez ama, eldeki sonuç da, denetimsizlik de, kontrolsüzlük de, bilgisizlik de aynı gibi…
Peki, bizdeki duruma henüz eklenmeyen bazı şeyleri sorgulasak mı? Mesela, şu ana kadar yazılan onca şeye ve fotoğraflanan onca detaya rağmen, eldekine eklenmesi gereken tek bir ‘resmi’ açıklamanın dahi paylaşılmaması normal mi? Tescilli evlerin arasına dökülmüş ‘beton’ yanlışının üzerine bu defa ‘asfalt’ ile çıta yükseltmenin gerçeğinde bu kadar sessiz kalmak normal mi? Marka kent komisyonlarının başkanlığını yapan Hatay Valiliği’nin tüm bu olan bitene karşı müdahil olmaması ve açıklama yapmayanlar arasına katılması normal mi? Asfaltlama işinin, Hatay Mimarlar Odası’nın tam karşısına düşen bir noktada gerçekleşmesine rağmen, Oda’dan buna dair bir tepki gelmemesi normal mi? Peki ya Adana Anıtlar Kurulu! Şu ana kadar onlar da ‘sustu’… Bu da normal’ mi?
-NE HİSSETTİM?-
Bu kentin tarihine ve kültürüne dair sayısız haber yapmış, bu haberin altına da imzasını atmış biri olarak bana sorulan net bir soru var… “Peki, sen ne hissettin?” Aslında buna dair çok yazan biri olarak, çektiğim fotoğraflara dair konuşayım!
Susan Sontag, fotoğraf çekmeye dair der ki… “Benzersiz bir anı, hayatın içinden çekip alıp dondurarak, zamanın amansız geçişine tanıklık etmek…” Benzersiz bir an! Sanırım bu! O asfaltın başladığı ve bittiği yerde durup, aradaki mesafenin metrelerini adımlarken, o benzersiz ana tanıklık ettim sanırım! Unutmak istediğim bir ana tanıklık ettim! Bu kente yakıştıramadığım bir ana… Ama benzerlerine defalarca şahitlik ettiğim bir ana… Bundan sonra olabileceklere! Bir türlü durduramadıklarımıza! Önünü alamadıklarımıza!
-BU KENTİN DİLİ OLSA!-
Yanıma yaklaşan bir turist şöyle konuştu, ben bu haberi yaparken, ki sanırım beni de anlattı… “O asfaltın, o dar sokağın her iki yanındaki taş evlerin duvarlarına kadar sıçramış halini görünce, en az o evler kadar acı çektim. Dilleri olsa ne söverlerdi ama… Ne bağırırlardı hatta… Ne derlerdi biliyor musunuz? Mutsuzum! Ölmek istiyorum! Bırakın artık acı çektirmeyi, direkt öldürün!
Sahi, bunu yapanlar, şöyle her iki taraflarına bakıp da demediler mi, ‘ben ne yapıyorum’ diye. Eldeki malzemenin buraya yakışmadığını fark etmediler mi? Utanmadılar mı? Yazık ediyorum, demediler mi? En azından, buraya yakışıp yakışmadığına bir bakıp da, ‘yok, yakışmamış’ demediler mi? Vicdanlarına ellerini koyup, ‘yapamam’ diyemediler mi?”
Düşünün ki, bunu, bu kente gelen yabancı birine dahi hissettirebilmişsek, ne mutlu bize! Bundan sonrası için ‘kolay gelsin mi’ desek yoksa ‘rastgele’ mi? Çünkü eldeki örneklerin çokluğu, durduramayacağımız daha çok yanlışın kapıda biriktiğinin de bir karşılığı. Hele ki, kimsenin konuşmadığı bir kentte, kimsenin olana bitene müdahil olmadığı bir kentte!
Tamer Yazar