Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz:

“Herkesin sınıfıydı Hababam Sınıfı”

“Herkesin sınıfıydı Hababam Sınıfı”

Söyleşi: Orhan Tüleylioğlu

Edebiyatımızın köşe taşlarından Rıfat Ilgaz, 1911 yılında Cide’de dünyaya geldi. 15 yaşındayken Kastamonu’da edebiyat dünyasına ilk adımını attığında, yaşamı boyunca sürecek baskılar, zorluklar ve yokluklara da ilk adımını attığından habersizdi.
Edebiyat öğrenimi gördü, çeşitli illerde öğretmenlik yaptı, ilk şiir kitabı “Yarenlik” 1943’te yayımlandı. Ocak 1944’de yayımlanan “Sınıf” adlı şiir kitabı, ancak 25 gün satışta kalabildi. Sıkıyönetimce toplatılan kitabın ardından kendisi de tutuklandı. Bir süre sonra da öğretmenlik hakkı elinden alındı. Oysa, bilirkişi kitapta suç bulunmadığını belirtmiş, kendisi de kitabında suç olarak değerlendirilen her şeyin toplumda var olduğunu savunmuştu. Buna karşın, Sıkıyönetim Mahkemesinde görülen dava Ilgaz’ın altı ay hüküm giymesiyle sonuçlanacaktı.
Rıfat Ilgaz, şiirle başladığı edebiyat uğraşını hemen her türde eser vererek devam etti. Hastaneler ve hapishaneler arasında geçen yaşamının zorluklarını göğüslemeyi başardı. Toplumsal ve siyasal sorunların yanı sıra, II. Dünya Savaşı’nın yol açtığı zorlukları da insani bir duyarlıkla yansıtmayı bilmişti.
Şiirlerinden dolayı susturulmak, ezilmek, yok edilmek istenen Rıfat Ilgaz, insanın insanca yaşaması için yüzyıllardır sürdürülen özgürlük ve eşitlik savaşımına aydın ve yazar olarak katılan, halkçı, cumhuriyetçi, demokrat, laik, devrimci bir aydındı.
“Sınıf”ın mimli yazarı, gün gelecek “Hababam Sınıfı”nın ünlü yazarı olacaktı. “Hababam Sınıfı” kitapları, tiyatro oyunları ve filmleriyle büyük bir efsaneye dönüştü.
1983 yılında kitaplarını yayımlamak için oğlu Aydın Ilgaz ile Çınar Yayınları’nı kurdu. 1989 yılında “Sınıf” adlı şiir kitabının yeni basımı 45 yıl aradan sonra okurla buluştu.
Cumhuriyet tarihine tanıklık etmiş koca bir edebiyat çınarı olan Rıfat Ilgaz, hem güldürdü hem düşündürdü. Çok satan kitapları, hem ödüllendirildi, hem de yasaklandı. Filmleri hem sansüre takıldı, hem de kapalı gişe oynadı. 12 Eylül rejiminin 70 yaşında gözaltına aldığı bir sanatçı olarak tarihe geçti. Rıfat Ilgaz, “Saltanat” adlı şiirini oğlu Aydın Ilgaz’a adamıştı.
Sen otellerde benim konuğum
Bense dar günlerde senin evinde…
Kim ne derse desin
Saltanatımız baba oğul
Sürüp gidiyor işte!

Ne saray, ne yalı, ne köşk,
Ne bir dairecik, kooperatiften…
Ne Bebek sırtlarında bir çadır,
Bir gecekondu da yok, memleket işi
Taşlıtarla’larda…

Diyelim ki, elden düşme bir Ford,
Kilometresi üç kez silinmiş…
Dört tekerim de olmadı bugüne kadar,
Ayaklarımı yerden kesecek!

Her saltanatın bir sonu var oğlum,
Buna musalla taşları şahit!

Son sözümü henüz söylemeden
İşte geldim, gidiyorum,
Altımda bir kuru tabut!

Tacım, tahtım sana emanet!

Aydın Ilgaz, Michigan Üniversitesi elektrik elektronik mühendisliğinden mezun olmuş, THY’de üst düzey yönetici olarak 17 yıl çalıştıktan sonra, işinden ayrılarak yayıncılığa başlamıştı. Aydın Ilgaz ile babası Rıfat Ilgaz’ı, Hababam Sınıfı’nı ve gerçekleri konuştuk.

Bize, babanız Rıfat Ilgaz’ı anlatır mısınız?
Babam Rıfat Ilgaz, yazmanın bedelini ağır ödeyen 1940 kuşağının, toplumcu ve gerçekçi yazar ve şairlerindendi. Yaşamı boyunca, insanların sorunlarını, onların çelişkilerini, yaşama güçlerini, umutlarını, tasarılarını yansıtmaya çalıştı. “Okuma Üzerine” adlı şiirinde “Sınıf’ın ozanıyım mimli/ Hababam Sınıfı’nın yazarıyım ünlü. / kim de derse desin, / Çocuklar için yazdım hep.” demiştir. Aslında, bu dizeler onun yaşamının da iyi bir özetidir.
Şiirle başladığı edebiyat yolculuğu içinde, romanları, öyküleri ve oyunlarıyla birçok yapıta imza attı. Örneğin, “Halime Kaptan” romanı, Kurtuluş Savaşı’nda kadın bir kaptanın hikâyesidir. Babamın bizzat Cide’de gördüğü bir kadındır. Halime Kaptan, bir oğlu ve iki yardımcısıyla sandaldan biraz büyük bir tekneyle Kırım’dan İnebolu’ya silah getirmiştir. O zaman Şerife bacıların kağnılarla yaptıkları işi, Halime Kaptan teknesiyle yapmıştır. Anadolu kadının gerçek gücünü anlatan bu kitap, yılda 100 bine yakın baskı yapıyor. ‘Sarı Yazma‘ romanı da aynı şekilde.
Babamın yaşadıkları başlı başına bir Türkiye gerçeğiydi. Kitapları toplatılan ve sık sık tutuklanan bir şairin aynı ülkenin Kültür Bakanı’nca plaketle ödüllendirilmesine de tanık oldu. Mizah yapıtları dahil, hiçbir yapıtını toplumcu gerçekçi çizgisinden ayrı tutmadı. Sık sık söylediği gibi, hep ‘kulağı halkta, gözü toplumdaydı’.
Babam, Cumhuriyet tarihinde ilk defa şiirden dolayı hapis yatan şairdir. Edebiyatın her alanında, maratondaki bir koşucu gibi eserler verdi. Onun gücü sadece kalemiydi. Her zaman gerçekleri yazmaya çalıştı. Bir gün İzmir’de bir gazete patronu, ‘Rıfat Bey, biraz da şehirdeki insanlardan, işverenlerden de bahsedin’ dediğinde, ‘Benim satılık kalemim yoktur’ diyerek kalemini kırıp atmıştır.
Eğitimsiz bir toplumun kaleleri fethedemeyeceğine inanırdı. Ona göre, kültür olmadan, değişim, yenilik olamazdı.
1944 yılında yayımlanan “Sınıf” adlı şiir kitabı hakkında, kapağının kırmızı olması nedeniyle toplatma kararı çıktı. Babam, altı aylık bir ceza aldı. Önce Sansaryan Han’da, sonra Tophane Cezaevi’nde yattı. Gözlem yapabilen duyarlı bir öğretmen olmanın cezasını çekti.

Kaç yaşındaydınız, o sıralar?
Henüz beş yaşındaydım. Babamı ziyarete gidiyorduk annemle. Henüz okula gitmeden, cezaevinin yolunu öğrendim. Görüş günleri kuyruğa girdim. Babamın mücadelesine tanıklık ettim. Babamın yakasını bırakmayacak olan tüberküloz, o yıllarda kendini gösterdi. Böylece, yoksullukla ve dönemin baskıcı yöneticileriyle olan mücadelesine bir de hastalığı eklendi.
Aynı cezaevinde, yan koğuşta Alpaslan Türkeş, Turancılıktan yatıyordu. Babamın yıllar sonra, “Aynı kurallara bağlı bir cezaevindeydik; ama aynı davranışları görmüyorduk” diyerek, kastettiği kişi oydu.
Babam bilge bir kişiydi. Kimseye bir kötülüğü olmamıştır. Kimsenin kuyusunu kazmamıştır. Ayak oyunları diye bir şeyi bilmezdi. Bana derdi ki, hiçbir zaman umudunu kesme. “Dört Mevsim” şiirini bilirsiniz: “Yüzyıl’ımı dörde böldüm/ Her bölümü bir mevsim,/ Biri kaldı, üçü gitti/ Yaz’ı gitti, güz’ü gitti,/ Karlı, tipili kış’ı gitti,/ Yemyeşil bir bahar kaldı!” Bu şiiri üzerine, bana, “Doğa insan gibi kalleş değildir, dört mevsimi de göreceksin. Yaşamın bir baharı var.” demişti.

Bugün geçmişe baktığınızda ‘keşke olmasaydı’ değiniz bir şey var mıdır?
Rıfat Ilgaz’ın oğlu olmaktan her zaman onur ve mutluluk duydum, ama birçok kişinin babamın ‘sakıncalı’ olduğunu düşünüp benden uzak durmaya çalışmasına da çok üzüldüm. Tıpkı babam gibi öğretmen olan annemin de artık mimli bir ozanın eşi olmasından dolayı meslek yaşamının zora girmemesi için, ayrılmak zorunda kalmaları geçmişe baktığımda beni derinden etkilemiş en önemli olaydır.

Rıfat Ilgaz’ın mizah yazarlığına yönelmesi nasıl oldu?
Mizah, babamın yaşamında vardı. Bütün çarpıklıkları mizah yoluyla yermekti amacı; ama şiirden de koparmak istemiyordu kendini.
Gün, Gerçek, Cumartesi gibi dergileri çıkaran kadronun içinde bulunarak ve birçok dergiye yazı, şiir vererek yazmayı sürdüren babam için 1946 yılı önemli bir dönemeç oldu. Türk mizah, politika ve dergiciliğinde büyük bir öneme sahip Markopaşa adlı dergide yazmaya başladı. Dergi, Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve babamın yazıları, Mim Uykusuz’un karikatürleriyle büyük ilgi gördü. Kısa zamanda tirajını altmış bine çıkardı. Türkiye’de o zamana dek olmayan bir politik mizah gazetesiydi.
Şiirden mizaha geçişi böyle başlamıştır. Ama yaşamı boyunca vurguladığı bir nokta vardır. Mizah diye edebi bir tür olmadığını söylerdi. Mizah için “Bir bakış, bir görüş, bir yorumlayış, çelişkiler, zıtlıklar, sürprizlerle gerçeği anlayış, göremeyenlerin, görmek istemeyenlerin gözlerine sokuştur” derdi.

Hababam Sınıfı nasıl doğdu?
Babam, 1956 yılında İlhan Selçuk’un yönetimindeki haftalık “Dolmuş” dergisinin yazı kadrosuna katıldı. Yaklaşık bir aydır çıkmakta olan derginin yazarları “Vites”, “Direksiyon”, “Egzoz”, “Çamurluk”, “Dişli” vb. gibi takma adlarla yazıyorlar. Babam sonradan katıldığı için, kendine “Stepne” (yedek lastik) adını seçer. Beş ay kadar çeşitli mizah yazıları yazdıktan sonra, derginin otuzuncu sayısında Stepne’nin yazdığı, Turhan Selçuk’un çizdiği Hababam Sınıfı’nın ilk öyküsü yayımlanır. Üçüncü öyküden sonra, İlhan Selçuk, ilginin çok büyük olduğunu söyler ve diziyi sürdürmesini ister. Bundan sonra her yerde Stepne’nin kim olduğu konuşulmaya başlanır. Bir yıl sonra da Hababam Sınıfı kitap olarak çıkar.
Kitabın satışı çok artmasına karşın, babam, hiçbir şekilde kitap yeniden basıldı diye telif almayı başaramadı. Hapishane ve hastane arasında gidip gelirken bir yandan da bu sorunla uğraştı, durdu.

Hababam Sınıfı bundan sonra nasıl bir seyir izledi, nasıl efsane oldu?
1965’e kadar yaklaşık on yıllık bir süreçte Hababam Sınıfı, romanıyla okurların büyük beğenisini kazandı. Bu ilgi tiyatroların dikkatini çekti ve yapıt sahneye uyarlandı. Oyun İstanbul Küçük Sahne’de üç ay kapalı gişe oynadı. Küçük Sahne’den başlayıp İstiklal caddesi üzerinde uzayıp giden kuyruklar, babamın en büyük gururu oldu.
İlerleyen yıllarda Anadolu’daki tiyatroların oyunları sahnelemesiyle tiyatronun sevilmesi ve yaygınlaşmasına da büyük katkısı oldu. Tiyatro oyununa bu ilginin gösterilmesi bu defa sinemacıların dikkatini çekti. 1974’te Ertem Eğilmez yönetmenliğinde Arzu Film çekmeye karar verdi.

Rıfat Ilgaz, Hababam Sınıfı filminden rahatsız olmuştu sanırım.
Evet. Babamın filmler konusundaki rahatsızlığının farkındaydım. Yapıtın, toplumsal içeriğinin ve vermek istediği mesajların çoğu filmde yok sayılmış ‘sabun köpüğü’ bir komediye dönüştürülmüştü. Oysa Hababam Sınıfı’nın bir eğitim yergisi olduğunu söyleyip eklemişti. “Mizah hep beyazdır, olumludur. Mizahta gülme ana öğe değildir. İsteyen ağlar, isteyen güler. Ben yergi yapıyorum, komedi bile düşünmüyorum. Hababam Sınıfı’nda üç şeyin yergisi yapılmıştır. Kopyanın, ezberin, uydurma saygının. Benim mizahım düşündürmeye dayanır. Bize yakışmayan eğitimsel şeylerin yergisini yapıyorum.”
Filmin bu içerikten yoksun olması, babamı rahatsız ederken, 1975 yılında ilk kez gösterime giren film, o güne değin görülmedik bir gişe başarısı gösterdi. Bu başarı, peşinden altı film daha getirdi.
Dolmuş’taki öyküleriyle sevilen, daha sonra oyun ve filmleriyle herkesin gönlünde bir yer edinen Hababam Sınıfı, ne acıdır ki yazarına madden pek bir yarar sağlamadı.
Hababam Sınıfı filminin başında babamın adı yoktu. Bu yüzden, babam izlemek istemezdi. ‘Kapatın şunu!’ derdi. İsmi olmadığı için canı sıkılırdı. Daha sonra mahkeme kararlarıyla biz kasetlere, filmlere babamın ismini yazdırmayı başardık.

Sizce, Hababam Sınıfı neden bu kadar sevildi?
Hababam Sınıfı, babamın bir öğretmen olarak tezidir aslında. Kötü öğretmen, kötü veli yoktur, kötü öğrenci yoktur. Kötü öğretim sistemi vardır.
Kitapta geçen tiplerin çoğu, gerçek yaşamda da vardı. Yaşayan tiplerdi. Kısacası hepsi içimizdeydi, bizdendi. Kitabın bu kadar sevilmesinde, bunun da payı vardı kuşkusuz. Bununla ilgili olarak İlhan Selçuk şunları söylemişti: “Bu kadar bizim içimizden, bu kadar bizden bir kitap yazılmadı sanırım.”
Hababam Sınıfı, halka bu kadar mal olmuş olması nedeniyle her türlü baskıya, direnişe ve kendisine yönelik olumsuz davranışlara karşı dimdik kalabildi, gücünü hiç yitirmedi. Dünyanın hiçbir ülkesinde bu kadar izlenen, bu kadar sevilen ve bu kadar okunan böyle bir yapıt yoktur. Kitaplarında yer alan Turhan Selçuk imzalı çizgiler, dünyada az rastlanır güzellikte klasik çizgilerdir ve bu yüzden o çizgiler de hiç unutulmadı. Kısacası, herkesin sınıfıydı Hababam Sınıfı.

Rıfat Ilgaz’ın son günleri nasıl geçti?
1993 yılının 2 Temmuz günü, Sivas’ta şeriatçıların kalkışmalarını akşam saatlerinde öğrendi, olayları izlemeye başladı. Yaşanan felaket ve yakın arkadaşları hakkında gelen bilgiler moralini ve sağlığını belirgin biçimde bozdu. En yakın arkadaşlarından biri olan Asım Bezirci’nin ve o çocukların acısına dayanamadı.7 Temmuz sabah beş dolaylarında yaşama veda etti. Ölmeden önce bana şunu söylemişti. “Firavunlar yıllar önce tabletleri kırdı… Hitler kütüphaneleri yaktı… Ancak kimse aydınlarını, yazarlarını bir otele kapatıp, onları canlı canlı yakmadı…”
Ölümü ardından Attila İlhan, şunu yazdı: “Rıfat Ilgaz’ı kaybetmek, Türk toplumcu sanat hareketinin yarısını kaybetmek gibi bir şeydir.”

Antakya gazetesi okurlarına bir iletiniz var mıdır?
Askerliğimi yedeksubay öğretmen olarak, Samandağ Sutaşı köyünde yaptım. O günleri, öğrencilerimi; oraları, oraların iyi yürekli, güler yüzlü insanlarını unutmam mümkün değil. O yıllarda Hatay valiliği yapmış olan Muammer Ürgen Paşa benim dayımdır. Okurlarınıza sevgilerimi iletiyorum. Sizlere de çok teşekkür ediyorum.