Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir

Şair yazar Günay Güner:

“İnsanlığı edebiyat, sanat kurtaracak”

“İnsanlığı edebiyat, sanat kurtaracak”

Söyleşi: Orhan Tüleylioğlu

Şair yazar Günay Güner 1963 yılında, Erzincan’da doğdu. Babasının öğretmen olması nedeniyle, öğrenimi sırasında birçok ilde yaşadı. 1984 yılında Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Bankacılık Yüksek Okulundan mezun oldu. 1997 yılında ise Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde iktisat dalında, Kamu İktisadi Teşebbüslerinde Etkinlik ve Verimlilik Analizi: Toprak Mahsulleri Ofisi Örneği başlıklı tez çalışmasıyla master yaptı.
Damar, Kıyı, İzlek, Edebiyat ve Eleştiri, Cumhuriyet Kitap, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, Çağdaş Türk Dili, Afrodisyas Sanat, Siyah Beyaz, Folklor/Edebiyat, Turnalar, Anadolu Ekini, Agora, Turnalar, Kavram Karmaşa, Pencere, Şair Çalışıyor (Le Poète Travaille), Akademi Gökyüzü, Berfin Bahar, Şiiri Özlüyorum, Mühür, Tan Edebiyat, Radikal Kitap, Patika gibi yayınlarda ürünleri yayımlandı. Şair Çalışıyor ve Akademi Gökyüzü edebiyat dergilerinin Ankara temsilciliğini yaptı. Dil Derneği’nin yayın organı Çağdaş Türk Dili dergisinin yayın yönetmeni görevini yaptı. Türktarım dergisinin her sayısında Yaprak genel başlığı altında yazmaktadır.
1980’lerde başladığı şiir ve inceleme ağırlıklı yazın çalışmalarını Ankara’da sürdüren Günay Güner sorularımızı şöyle yanıtladı:

Yeni çıkan “Yaşamak Sızısı” adlı kitabınızla ilgili neler söylersiniz? Hangi kaygılarla kaleme aldınız?

Yaşamının ilginç olduğunu düşünen kimi kişilerin “hayatım roman” diye düşündüklerini duyarız. Bu ne denli doğrudur bilinmez. Her insanın şu ya da bu biçimde bir öyküsü bulunduğu da dillendirilir. Rilke’nin bir sözünü anımsarım, yaklaşık şunu söyler: “Hiçbir şey bulamıyorsan çocukluğunu yaz.” Yazı, sanat tutkusu, gözlem yeteneği gerektirir. Kuşkusuz yaşamöyküsellik, yazın gerçeğinin içindedir. Ne ki gerçek yazında kurgu ve imge, çağrışım varsıllığı, giderek birey – toplum ilişki ve gerilimi olmazsa olmazdır.
“Yaşamak Sızısı”ndaki öyküler yukarıdaki kaygıları taşıyarak yazılmıştır. Kitaplaşma öncesinde Afrodisyas Sanat, Üvercinka, Berfin Bahar, Gerçek Edebiyat, Patika… dergilerinde yayımlanmıştır. Diğer deyimle mutfaktan geçmiştir. Öngörülebilecek nedenlerle bunu önemsiyorum.
“Yaşamak Sızısı”nda insanlık durumları var. Çağın acılarını ve çatışmalarını bugüne yansıtma, geleceğe taşıma, insan onurunu yüceltme kaygısı var.

İlk kitabınız şiir kitabıydı: “Lir ve Nehir”. Öyküye de yönelmeniz yazdığınız türleri genişletmiş.

“Lir ve Nehir” ilk kitabım. Yayıma hazır “Hüzünlü Gezegen” adlı şiir dosyası beklemekte. Ayrıca ortak yazılan on dolayında kitap ayrı bir dayanışma güzelliği yaşatıyor. Geçmişte bu ortaklıklar daha güçlü ve yaygındı. Ataol Behramoğlu ile Metin Demirtaş’ın birlikteliği buna örnektir. Beni aralarına alma inceliğini, yüceliğini gösterdikleri ilk ortak kitabımda kimler, hangi ustalar yoktu ki… Fakir Baykurt, Remzi İnanç, Talat S. Halman, Hüseyin Yurttaş, Muzaffer Uyguner, Mahmut Makal, Adnan Binyazar, Ahmet Özer, Berin Taşan, Metin Turan…
Yazın sevgisi insanı tek türle sınırlamıyor; başka türlere de yöneltiyor. Bu durum, anlatım olanakları arayışıyla da ilgili. “Anlatılmasa olmaz, mutlaka anlatmalı,” diye düşünülen, tasarlanan öylesi durumlar, düşler gelip bilince dayanıyor ki yalnızca öykü çare sağlayabiliyor. Dergilerde öykü yayımını sürdürüyorum. Gelin de Sait Faik Ustayı, onun öykü tutkusunu anımsamayın…
Günümüz dünya yazınında türler yakınlaştı; birbirinden daha yoğun etkilenme sözkonusu. Duvar benzeri sınırlardan, ayrımlardan söz etmek doğru değil. Yaşamöyküsü, anı ve öyküye dönüşüm etkilenmelerini de bu kapsamda düşünmek olanaklı. Amaç insana ülküsel insanı, güzelduyu yoluyla duyurmak, anımsatmaktır. Amacı gözden kaçırmamalı. Araç ve yöntemlerin amaç kılınmasının ne anlamı, yararı olabilir.

“Yaşamak Sızısı”ndaki öykülerinizin izlekleri de çeşitlilik gösteriyor. Gözlem, duyarlık alanınızın genişliğinden olabilir mi?

Öykülerimde de yazınsal dil işçiliğini olabildiğince üst düzeye ulaştırmaya çalıştım; ne denli başardığımın kararını okur verecek kuşkusuz.
Belirttiğiniz gibi izlekler geniş dağılım gösteriyor. Bir sınır kentinde, yaşlı bir bilge kadının yansımalarından ulaşan zaman duyarlığı; kapalı anlatımın yeğlendiği ölüm gerçeği, Beşir Fuad’ın sıradışı, yürekli yaşamı ve ölümünden esinle yazılan Fuad (ki gönül anlamına gelir), yine dünyanın herhangi bir noktasında bulunabilecek bir kentte bir genelev acısı (usta yazarlarımızdan biri “Nasıl yazmışsın, bir genelev mamasına bu kadar üzüleceğim aklıma gelmezdi” dediydi), simitçilik yapan Tuncay’ın Meclis Parkı’nda, bir ağaçta, simit tablasını da kullandığı özkıyımı, yabancılaşmanın ve onursuzluğun doruğunda bir memur tiplemesi, kâğıt toplayarak ailesinin geçimini sağlayan gencin öyküsünden yola çıkılarak yazılan ve eğitim anlayışının yerden yere vurulduğu öykü (öykü içinde öykü); kadınla erkeğin özlemini duymalarına karşın hiçbir zaman yaşayamadıkları cinsel yakınlaşmaları; beleşçi bir bekçinin acı sonu, mutsuzluk, 12 Eylül 1980 faşizminin zulmü…
“Yaşamak Sızısı”nın odağı insan, sevgi, onur. Ne ki kolaycı bakışla değil, günümüzde insanı çözümlemek her dönemdekinden daha zor.

Öyküleriniz arasında şaşırtıcı sonla biten de bitmeyen de var. Sizce Çehov’un tüfeği her zaman ateşlenmeli mi?

Genel öykü anlayışında yer yer yararlı da olabilen sözkonusu “kurallaştırmayı” doğru bulmuyorum. Şaşırtıcı sonla bitmesi (bir anlamda sürprizli) gereken olaylı öyküden kasıt nedir? İkna edici bir açıklaması yapılamıyor. Samanta Schweblin’in “Ağızdaki Kuşlar”ını düşünün… Öyküler şaşırtıcı mı sonlanıyor?
Çehov’un tüfeğinin her zaman ateşlenmesi zorunlu değil; insanlık durumlarının derinliğini anlatmak da öyküdür. Yazında “dil özgürlüğü” denen şeye inanmam ama yazınsal anlayış özgürlüğüne inanırım; yenilik, yaratıcılık buradan günışığına çıkar.

“Yaşamak Sızısı” üzerinde durulmayı hak eden bir yapıt. İlgi gördü mü? Nasıl tepkiler aldınız?

Günümüz okur, “piyasa”, yayıncılık, eleştiri yapısından güçlü bir ilgi beklemek saflık olur. Yine de bu sınırlı ilginin olumluluk içerdiğini söylemeliyim. Dostların dayanışmasıyla yurtdışında ulaştığı okurlar beğenilerini belirttiler. Yazınımızın bir ustasının yüreklendiren mektubu ise beni apayrı mutlu etti. Nobel Ödülü ne ki…
Eleştiriye değer görülmek bile onurlandırıcıdır. Yazar, eleştiriden yararlanır, gelecekte daha iyisini yapmak yönünde özünü onarır. Siz eleştiri görebiliyor musunuz? Sermayenin ekinimize karşı insan düşmanı saldırıları bir yana, bir zamanlar, bir yerleri erken kapanlar dukalık kuruyor; dar kadroculuğu, oraya başkasını sokmamayı, tutumlarını birtakım sahte gerekçelerle süslemeyi marifet sayıyor. Nerede Yaşar Nabi Nayır’ın köy öğretmenini yüreklendiren mektupları, “Bize yaz” seslenişleri.

Altı yıl Dil Derneği yönetiminde görev aldığınızı, kurumun yayın organı Çağdaş Türk Dili’nin yönetmenliği görevini üstlendiğinizi biliyoruz. Öykü – anadili ilişkisi üzerine neler söylersiniz?

Yazarın varsıl anlatıma, çağrışım yoğunluğuna ancak “anadili”nde ulaşabileceği, bir bilimsel gerçektir. Çünkü anadilin, saniyenin altındaki zaman birimlerinde anılara, bilince, çağrışımlara ulaşma ve bunları bileşime dönüştürme olanağı yaratır. “Ben özgür yazarım, Farsça-Arapça-İngilizce-Fransızca, nasıl dilersem kullanırım” yaklaşımı aymazlıktan başka bir şey değil. Dünya yazınında da bir karşılığı, temeli bulunmayan boş sözdür.
Mustafa Kemal Atatürk’ün eşsiz zamanlama ve uygulama ustalığıyla başardığı Dil Devriminin ardından ulusça hızla bilgilendiğimiz gibi, yazın ve sanatta akımlar yaratır, dünya ölçeğinde yapıtlar verir bir düzeye ulaşmamız rastlantı değildir. Türkçenin altı yüzyıl yazılı alandan bile isteye dışlandığını, cumhuriyetin kuruluş dönemindeki ilk 15 yılın devrimlerinin sonucunda kısa süredir (yeniden engellenmesine karşın) varlık bulduğunu düşünmeden öykü, roman, oyun, şiir… yazmak, bunu özgürlük konusu saymak sorumsuzluktur. Yazar sorumlu insandır.

Edebiyat ve yaşam ilişkisi üzerine neler söylemek istersiniz? Edebiyatsız bir yaşam olanaklı mıdır?

Edebiyat-yaşam ilişkisi iki yönlü düşünülebilir: Yaşamın edebiyata yansımaları ve etkisi ilişkinin bir yönüyken, edebiyatın yaşama, insana etkisi ilişkinin öbür boyutunu oluşturur. Her iki durum da güçlüdür, belirleyicidir.
Edebiyatsız bir yaşam, buyurganlık düzenlerinin tasarlayarak uyguladığı eylemler sonucunda olanaklıdır; olanaksız demek zor. Nazizm ve benzerleri buna örnektir. Ne ki edebiyatsız yaşam insanlıktan çıkmış, ilkelliğin her türünün kol gezdiği bir sürü toplumuyla örtüşür. Bu durum insanlığa en büyük kötülüktür. Genelde sanat, özelde edebiyat insana ülküsel insanı duyurur, anımsatır, güzelduyusal yöntemlerle olunması gereken insan yapısını çağrıştırır. Edebiyatta düşün (felsefe), ortak insanlık acıları, kaygıları; duygudaşlık, incelik, merhamet vardır. Kendiliğinden “insan” olunamıyor. Özüne emek istiyor ve biricik olanak alanı edebiyattır.

Ülkemizde kitap okuma alışkanlığıyla ilgili olarak düşünceleriniz nelerdir? Neler yapılmalı?

Türkiye’de aslında doyurucu düzeyde kitap okunduğunu, ilgili sayımlamaların yanlış sunulduğunu savlayan kimi bilimciler, yazarlar bulunsa da gerçeğin böyle olmadığını belirtelim. Kuşkusuz ülkemizde kitap okurluğu yerlerde sürünmüyor, bunu ileri sürmek Türk Devriminin başarısını yadsımak anlamına gelirdi ama kitap yayıncılığı da okurluğu da olması gereken düzeyin çok altındadır.
Topluma kitap okuma alışkanlığının kazandırılması için öncelikle devletin, bu amacı içselleştirmesi, benimsemesi; başta Milli Eğitim Bakanlığı ile Kültür Bakanlığı olmak üzere kurumlarının (kitaplıklar, üniversiteler, demokratik kitle örgütleri, yayıncılık alanı…), okullarının siyasalarını bu yönde ve uzun erimli planlara bağlı biçimde düzenlemesi; okul izlencelerinin yarısının edebiyat, felsefe, doğu-batı klasik okumalarına ayırması, eleştirel, usçu düşünceyi ödünsüz anlatması, uygulaması gerekmektedir. Ve kitabı suç unsuru saymaktan vazgeçmekle işe başlaması zorunludur.
Sözkonusu eylemi gerici iktidarlar yapmaz; onlar tam tersini yapar, çıkarları bilimdışılıktadır, kitap düşmanlığındadır. (Kitaptan yalnızca yönlendirme, beyin yıkama amaçlı yararlanırlar. Okuryazarlıktan bu yönde yararlandıkları gibi.)

Sizce dünyanın yaşadığı en büyük sorun nedir? Neden? Nasıl çözülür?

Günümüz dünyasında birçok sorundan söz ediliyor. Çevre, gıda, iklim, göç, savaş, ırkçılık… Oysa tüm bu sorunların da ana kaynağı, en büyük sorun yayılmacılıktır, klasik adıyla emperyalizmdir. Ana soruna değil de sonuçlarına yoğunlaşmak çözüm sağlamaz.
Emperyalizm hedefine koyduğu ulusları ekonomik, izlemsel (strateji), askeri yönlerden, yöntemlice güçsüz düşürmekte, gerek duyarsa asker çıkarmakta, bombalamakta, işgal etmektedir. İnsanlık vicdanı, uygar dünya kazınmışçasına yok edilmiştir. Kötülükler kanıksanmıştır. Tarihteki gibi edebiyat yeniden emperyalist kötülüğün üzerine gitmelidir. İnsanlığı edebiyat, sanat kurtaracaktır.
Emperyalizm kötülüğünü alt etmenin, onun saldırdığı ulusal yapıyı korumak ve savunmaktan, güçlendirmekten daha etkili bir yöntemi hâlâ keşfedilmedi. Emperyalizme, gönüllü yurtsuzlukla (haymatlos), içi boş, temelsiz evrenselcilikle, dibine kadar dine, mezhebe, etnisiteye, “öteki”ye, cemaate, tarikata, aşirete batmış gerici kimlik siyasetleriyle karşı koyamazsınız.
Başarının yöntemi ulus yapımızı, Atatürk Devriminin başarısıyla kökleşmiş aydınlanma değerlerimizi, laikliği, sınıfsal savaşımla, sınıfsal dayanılmayla birleştirmek, bileşime ulaştırmaktır. “Uygar” batının aydınlanmacı kesim ve kurumları da bu savaşımımıza katılmak, destek vermek isterlerse iyi bir iş yapmış olurlar.

Son zamanlarda okuduğunuz, beğendiğiniz, bize önereceğiniz kitaplar var mıdır?

Bir zamanlar tutumbilim (ekonomi) eğitimi aldığımdan (master) çok yönlü ve eşzamanlı okuyorum. Bir diğer okuma özelliğim ise eleştirellik. Giderek, kral çıplak, demem gerekiyorsa derim. Ve kuşkusuz seçicilik. Sonuna kadar okumuşsam beğendiğimdendir ya da her bölümüne katılmasam da yararlandığımdandır.
Son dönemde okuduğum kitaplar üzerine değinilerimi sunmak isterim:
Yüksel Pazarkaya’nın “Çevirinin Estetiği ve Çeviri Serüveni” çok önemli bir alanda, çeviri alanında olağanüstü ilgi çekici yaklaşımlar içeren bir kalıcı yapıt. “Yaşamda her şey çeviridir. Çeviri olmayan hiçbir şey yoktur…” Almancayla Türkçe arasında çok sayıda yapıt çevirmiş Yüksel Pazarkaya’nın bu yapıtını felsefe kitabı saymak da yanlış olmaz.
Köy enstitülerinin kurucu babası, dünya düzeyinde eğitbilimcimiz İsmail Hakkı Tonguç’un yaşamı ne güzel romanlaştırılır, diye yıllardır düşünürken, bu güzel yapıtı, Tonguç Babanın kitabını Öner Yağcı yazdı: “Büyük Oğul Efsanesi-Tonguç’un Romanı”.
Suriyeliler Türkiye’nin bir gerçeğine dönüştü. Bu coğrafyanın tarih ve gelecek birliğine de kanıt. Edebiyata, kitaba yansımaları, dönüşümleri beklenen bir durumdur. Mustafa Balbay Suriyeliler izleği üzerinden “Köleliğe Kaçış-Türkiye’deki Suriyelilerin Romanı” adlı romanı yazdı. Sanırım yazınımızda bir ilk. Mustafa Balbay’ın verimli bir dönemiydi; “Aşkın ve Direnişin Şairi Nâzım Hikmet” adlı kitabını da salık veririm. Okur bu kitapta örneğin TBMM Kütüphanesindeki Nâzım Hikmet kitapları gibi birçok ayrıntıyı bulacaktır.
Hasan Ali Toptaş görkemli bir dil işçisi, Türkçe işçisi. Aynı zamanda da insanın yüreğine işlemeyi biliyor. Merhamet taşıyor. Yazınımızda eleştiri adına, “mistik”ti, konusuzdu diyerek yazar “harcamak” anlamsız ve yanlış bir çaba. Bu denli kolay olmamalı. Toptaş’ın son günlerde “Kuşlar Yasına Gider” ile “Heba” adlı romanlarını da okudum. Etkilenmemek olanaksız.
E. M. Cioran’ın “Çürümenin Kitabı”nı okudum. Cioran’ın dili kesinlikle etkili bir yazın dili. Çarpıcı belirlemeler, yargılar. Ne ki Cioran’ın kitle direncini, savaşımını yadsıyan bir yanı var ki bunu benimseyemiyorum.
İlber Ortaylı’nın “Atatürk” kitabını okudum. Ortaylı’dan yer yer bilgi edinilebilirse de “nalına mıhına”, “ne şiş yansın ne kebap”, “idareyimaslahat” tavrı rahatsız edici. “Atatürk” yine de yararlanılabilecek bir kitap.
Cengiz Büker İspanyolcadan çeviriler dendiğinde ilk belleğe gelen adlardan, usta kültür adamı. Octavio Paz’ın “Güntaşı” adlı yapıtını kendi öz dil beğenisiyle çevirdi. Kitabın yarısı İspanyolca diğer yarısı Türkçe.
“Tristram Shandy – Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri” adlı klasik yapıt önemli ama salt “dilin rahatlatılması, akıcı yazabilme yeteneğinin artırılması” yönünden yarar sağlar.
Tolstoy’un “İnsan Neyle Yaşar?” öykü kitabını okudum. Gerçekten bir başyapıt. Bu kitabı Gogol’un “Dikanka Yakınlarında Bir Köyde Akşamlar” adlı kitabıyla ve Ignazio Silone’nin “Fontamara”sıyla, “Ekmek ve Şarap”ıyla birlikte salık veririm. Toprak-insan ilişkisini iyi anlamak gerek.
Ayrıca toprak demişken, yine yeni okuduğum, Hakan Reyhan’ın “Ekolojik Emperyalizm-Gıdaya Tahakkümün Biyopolitiği” adlı kitabını da anmadan geçemeyeceğim.

Antakya gazetesi okurlarına bir iletiniz var mıdır?

Antakya, kısa süreli de olsa, o güzel insan ortamını soluma olanağı bulduğum, çok sevdiğim bir tarihsel kent. Antakya gazetesi ise çok değerli bir işlevi, gereksinimi karşılayan, halkın sözcüsü bir tarihsel gazetedir ve okurları niteliklidir, düzeylidir. Bu gerçeği Sevgili Sinan Seyfittinoğlu’nun, gazetenin tarihini anlattığı ve inceleme olanağı bulduğum “Antakya’nın 50 Yılı” adlı kitabından da biliyorum.
Antakya gazetesi okurlarına çok teşekkür ederim; yürekten esenlik dilerim.
Kimlik, öteki, etnisite, din, cemaat, sivil toplum, mezhep sözcüklerini sık kullananlara itibar etmesinler, değer vermesinler. Tarih, bu isteğimizin doğruluğunu kanıtladı.