Hafta başında, Acı haber Amasra’dan geldi. Soma’dan sonra şimdi de Amasra’ya düştü ateş! Canımız yandı, 41 canımız için. Bu canların çocukları, eşleri anne babaları ne yapar?
Edebiyat, sinema olaylara, sorunlara, acılara ilgisiz kalmadı hiçbir zaman. Özellikle toplumcu gerçekçi edebiyat.
Zonguldak adı, iki değerli şairle birlikte anılır. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu. “Bu iki şair arkadaş Zonguldak Kömür İşletmeleri’nde memur olarak çalıştılar. Grizu patlamalarında değil ama sağlıksız koşullar yüzünden vereme yakalanıp iyileşemeyerek öldüler. Rüştü Onur 22, Muzaffer Tayyip Uslu 24 yaşında yaşama veda ettiler. Onların dramatik öyküsünü Yılmaz Erdoğan, Kelebeğin Rüyası adlı filminde anlattı (2014)”. Gözyaşlarımı akıtarak filmi izlemiştim.
Bu iki şairin edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil, geleceği görmüş olmalı ki şu dizleri yazmıştı:
“Bir şair yaşamıştı Zonguldak’ta
Adı Rüştü Onur’du
Bilseydi hatırlanacağını
Sonra”
‘Yol Türküleri’nde (1945) Orhan Veli, “Siyah akar Zonguldak’ın deresi / Yüz karası değil, kömür karası / Böyle kazanılır ekmek parası.” diye yazmıştı.
Fazıl Hüsnü Dağlarca da 1965 yılında ‘Zonguldak Ağıdı’ şiirinde madencileri anlatır: “Bir kömür, bir uzak, bir kara, bir derin / Ellerin, yer altında yitmiş kocaman ellerin”
Dilerim bu acılar yaşanmaz bir daha.
***
1970 yılında Antakya Lisesi’ni, 1974 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdim.
Antakya Lisesi Fen Bölümü’nden mezun oldum. Çok güzel bir sınıfımız vardı. Sınıfımızın tamamı bir üniversiteyi bitirdi ve güzel bir yere geldi.
Yıllar sonra sınıf başkanımız Osman Emir sınıfımızın tamamını toparladı ve bir Whtasapp grubu kurdu. Her gün arkadaşlarımızla sosyal medya üzerinden de olsa iletişim kuruyoruz.
Gerçek dostlukların, samimi ortamların olduğu yıllardır lise yılları. En büyük değişimi geçirdiğimiz zorlu ve bir o kadar da eğlenceli yıllar. Bazen ‘O yıllara keşke dönebilsem!’ diye de düşündüğümüz olmuyor değil.
1970 yılında girdiğim İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1974 yılında bitirdim.
Dünyanın en güzel kenti İstanbul’da, Prof. Dr. Mehmet Kaplan, Prof. Muharrem Ergin, Prof. Dr. Sadettin Buluç… gibi efsane hocalardan ders aldık. Lise yıllarında olduğu gibi, üniversite yıllarında da arkadaşlarımı, hocalarımı çok sevdim. Hocalarımız ve arkadaşlarımızdan yitirdiklerimizi saygıyla anıyorum.
İstanbul’un her günü, her mevsimi ayrı güzeldi. Antakya’dan sonra gördüğüm ilk kent de İstanbul’du. Liseyi bitirdim, ardından Üniversite Giriş Sınavına İstanbul’da girdim. Gençliğimin en güzel dört yılını İstanbul’da geçirdim. Üniversite yıllarımdan sonra da İstanbul’dan hiç kopmadım.
İstanbul, Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında 13 Kasım 1918 tarihinde İtilaf Devletleri tarafından 16 Mart 1920’de resmen işgal edilmişti. Bu durum 4 yıl 10 ay 23 gün sürdü.
24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan Lozan Barış Antlaşması’yla bu işgale son verildi, İtilaf kuvvetleri Mustafa Kemal’in dediği gibi, “Geldikleri gibi gittiler”. 6 Ekim 1923’te ise 3. Kolordu’nun kente girişiyle İstanbul’un düşmandan kurtuluşu kesinleşti. Bu nedenledir ki Lozan Barış Antlaşması’na Türkiye’nin tapusu denir. Çünkü Lozan büyük bir zaferdir!
İstanbul’un güzelliğini kitaplardan öğrenmek için Emre Kongar’ın yazdığı İstanbul Bitmeyen Bir Aşk/1940’lardan Bugüne Efsaneler, Anılar, İzlenimler (Remzi Kitabevi) kitabını yine anımsatmak isterim. Orhan Pamuk’un İstanbul’u da okunmaya değer.
Bu çok özel, güzeller güzeli kente yerleşim 8 bin 500 yıl öncesinde başlamıştı. “Evliya Çelebi’ye göre, kentin adı her dönemde değişti. Her ulus kendine uygun ad verdi. Geçmişte Tempo dergisi, “İstanbul’un İlkleri ve ‘En’leri” ekinde İstanbul’un adlarını şöyle sıralamıştı: Latinler “Makedonya”, Süryaniler “Yankoviçe”, “Aleksandra”, Yahudiler “Vizendovina”, Frenkler “Yağfuriye”, “Pozantiyam”, “Konstantiniye”, Avusturyalılar (Nemçe) “Konstantinopol”, Ruslar “Tekfuriye”, Macarlar “Vizendovar”, Flemenkler (Hollandalılar) “Stefaniye”, Portekizliler “Kostin”, Araplar “Konstantiniyye-i Kübra” (Büyük İstanbul), İranlılar “Kayser-i Zemin” (Yeryüzü İmparatoru), Hintliler “Taht-ı Rum” (Roma Hükümdarlığı), Moğollar “Çakdurkan”, “Sakalya” dedi.
Öte yandan Latincede “Byzantium”, Grekçede Byzantion’du. İstanbul, Latince ilk adını da Büyük Roma İmparatoru Septimius Severus’un oğlu Antoninus’un (Caracalla) adından aldı. Ermeni kaynaklarına göre de “Istanbol” ya da “Istınbol” adı kullanıldı. İbn Battuta ise 14. yüzyılda kentten “Astanbul” diye söz etti.. Hz. Muhammed’in hadislerinde adı “Konstantiniyye” diye geçti.
Osmanlı döneminde de çeşitli adları oldu: Dersaadet (Saadet Kapısı), Der-i Devlet, Deraliye, Asitane, Darüs Saltana, 1804 yılında İstanbul’a at sırtında, 63 günde gidebilen Şeyh Ali Zubari, İstanbul’dan hep İslambol diye söz eder.
İstanbul sevdalısı Yahya Kemal, “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer” diye yazar.
17. yüzyıl sonu ile 18. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamış Divan şairi Nedim, “İstanbul şehrine değer biçmek mümkün değildir. Onun bir taşına bütün Acem/İran devleti feda edilir.” Şeklinde İstanbul’a övgüler dizer.
“Bir kenti yaşatan, insana yaşam sevinci veren, sanat ve edebiyatı iç içe yaşadığı kültürüdür.
İstanbul dünden bugüne böyle gelmiş, ama bugünden yarına daha güzel gidecektir. Adı da hiç değişmeyecektir.”
5 yıl aradan sonra bir toplantı nedeniyle yolum tekrar İstanbul’a düştü. Taksim Meydanı’nın durumu içimi bir hayli içini acıttı. İstanbul’a yolu düşenlerin uğrak yeri, Taksim Meydanı özelliklerini yitirmiş durumda.
“Yazın meydana döşenen taşların yaydığı sıcaklığın rahatsızlığıyla, kışın soğuğuyla; üstüne görselliğin rezilliğinde yaşamak zorunda olan İstanbullular, ‘Ne olacak bu meydanın hali’ diye soruyorlardır sanırım.
Meydanlar bir kentin hatta bir ülkenin hafızalarıdır. Toplumsal hafızaları, meydanları kullanarak yok etmeye çalışırlar.
Gecenin bir saatinde bir şeyler atıştırma düşüncesiyle Lamartine Caddesi’nde bir kebabın 520 TL’ye satıldığını görünce ikinci şoku yaşadım. Yanıma bisküvi türü şeyler alarak otelime geri döndüm.
Her şeye rağmen İstanbul çok güzeldir. Gitsem de, gitmesem de.
YORUMLAR