“Ne yana baksam
Çatlakları derin bir yolculuk
Kirli bir şehir,
Budala bir panayır…” Murad DEMİRKOL
Bir metnin anlamından çok, anlamlandırılması üzerine çabalayan kalabalıklara döndük… Algısal karmaşaya tav olan bir yılgınlık, kayıp bir zihin ve yüzümüze her daim sırnaşmış bir endişe… Kalabalıklar arasında yaşanan o adımsızlık hali özellikle. Sıkılgan bir şehrin temposundan kurtulmak ya da kırılgan bir keşfin akışına kapılmak… Ama en önemlisi, garip gündemlerin bulanıklığından uzaklaşmak, uzaklara gitmek…
Malaga’ya Picasso’nun doğduğu şehre… Gittiği okulu görmek, Barselona Güzel Sanatlar Okulu’nu… Avigonlu kadınlar tablosu ve Guernica’yı görmek… “Bir seyirci benim duyduğum gibi tablomu duyabilir mi hiç? Bir tablo bana uzaklardan gelir. Ne kadar uzaktan geldiğini kim bilebilir? Ben bunu sezmişimdir, görmüşümdür, yapmışımdır, gene de ertesi günü kendim bile ne yaptığımı anlamamışımdır. Benim düşlerime, içgüdülerime, isteklerime, düşüncelerime nasıl girebilir…?” diye fısıldadığı yere
Hemen oradan, Hollanda’nın güneyindeki Brabant bölgesine, Groot-Zundert köyüne belki. Vincent Van Gogh’un doğduğu şehre… Yıldızlı Gece, Arsel’de Gece kahvesi, Öğle uykusu tablolarını yaşamak… “Eserlerime yüreğimi ve ruhumu harcıyorum, bunu yaptığım için de aklımı kaybettim…” dediği yere… “İnsanı kendi içinde kapalı tutan, çevresine aşılmaz duvarlar ören, hatta sanki toprağa gömen şey nedir, her zaman bilemeyebilir, ama, yine de birtakım parmaklıkların, kapalı kapıların, duvarların varlığını hissederiz. Bütün bunlar hayali mi, kafamda uydurduğum fantaziler mi? Sanmıyorum…”
İspanya’nın Kuzeyinde Pirienelere yakın bir kasabaya Figueras’a yol almak… Salvador Dali’nin doğduğu yere… Enteresan bakışlarıyla, iki yana ayrılmış bıyıklarıyla deli-dahi karışımına yakın olmak… Paul Eluard’ın Portresi, Belleğin Azmi, Tekillikler, Uyku tablolarında gezinmek… “Bir deliyle benim aramda tek bir fark var. Deli aklının yerinde olduğunu sanır. Bense deli olduğumu biliyorum…” diye karşılıyor bizi Dali
Paris’e Claude Monet’in doğduğu şehre ve ilk kez gerçek anlamda takdir edilmesini sağlayan eseri 1866’da yaptığı Yeşil Elbiseli Kadın tablosuyla dertleşmeye… Hemen ardından Gündoğumu, Şemsiyeli Kadın, Sandalda tabloları… “… Kötü ressamları göklere çıkaran dergiler var, gazeteler var. Herkes tartışıyor, herkes anladığını iddia ediyor. Oysa sadece sevmek yeter de artar. Satıcılar tablolarımın arasında seçme yaptıkları zaman en iyi tabloyu göremeden geçerler genellikle…”
Kuzeye, daha da kuzeye Norveç Oslo’ya… Edvard Munch’un doğduğu yere… Christiania’da Sanat ve Meslek Okulu’na uğramak, Heykeltıraş Julius Middelthun ile ressam Christian Krogh’tan dersler almak. Ön planda ızdırap çeker gibi görünen bir figür, arka planda ise Ekeberg tepesinden Oslofjord’un görünümü yani Çığlık tablosunu hissetmek… “Güneş henüz batıyordu ve bulutlar kırmızıya bürünmüştü. Kırmızı, tıpkı kan gibi… Hepsini doğanın içinden yükselen bir çığlık gibi algıladım ve bunun resmini yaptım. Bulutları kan rengine boyadım, renkler çığlık atmaya başladılar…” Sonra Kaygı, Kıskançlık, Küller ve Öpücük tablolarına dokunmak…
Kalabalıklar arasında yaşanan o adımsızlık hali özellikle. Kendiliksiz soluklara kulak vermek… Kadın algısına özellikle… Yaşam tarzına müdahaleye ve yaşadığımız garipliklere… Asansör, kaynana, tahrik, şiddet, takım elbiseli indirimler ve dahası…
Oysa bilim adamları CERN’de karşı maddeyi taşımaya hazırlanıyorlar… Anti maddeyi bir yerden bir yere taşımak bilim kurgu gibi geliyor. Gerçekten süper bir fikir,” diyor projedeki nükleer fizikçilerden Charles Horowitz. Bir başka araştırmada ise Dünya’daki aşırı ısı ve fazla radyasyonu elektriğe dönüştürmenin yolunu buluyorlar…
Kalabalıklar arasında yaşanan o adımsızlık hali özellikle. Kendiliksiz soluklara kulak vermek…
Kaynakça: Sanatkaravani.com, www.ressamlar.gen.tr