Eski bir Roma kenti olan Antakya, taş ve ahşabın evleri ile süslü dar sokaklarının misafirliğinde ağırladığı ziyaretçilerine, dünün yorgun hikâyelerini anlatmayı sürdürüyor. Bu hikâyelerin detayında duran son isimse, bu kente sevdalı kalbinin kelimelerini bir kitapta topladığının altını çizen, İrfan Hatipoğlu… Bugün, “Antakyalılar, Antakya’yı görmüyorlar/fark etmiyorlar” diyen o sayfalar arasında gezinelim ve merak edilenleri soralım.
“Bu kenti anlatmak için, önce onu dinlemelisiniz. Çünkü sizin onu dinlemeden anlatacaklarınız, onda birikenler değil, toparlayabildikleriniz olacak. Sıkıntı da burada! Bu kent, kendini dinlemeyenlerin ve onu anlamayanların elinde, çok uzun zamandır kaybediyor. Ona ait olmayanları ısrarla bu yorgun bedene zorla iliştirmeye çalışanlara inat, o, kendine özel halini korumak için belki de son savaşını veriyor.”
Yolu Antakya’dan geçen bir gezginin kelimelerinde durduk biraz. Bugün ise bu kentten birinde duralım ve henüz yayınlanan kitabının sayfaları arasındaki kelimelerin bize anlatacaklarını okuyalım. İrfan Hatipoğlu, anlatılacağı çok şeyi olan Antakya için kaleme aldığı “Antakya’da İki Uzun Gün” adlı kitabı için sorularımızı cevaplandırdı.
O zaman başlayalım…
“Antakya’da İki Uzun Gün” adlı kitabınız henüz yayınlandı. Bu kitabı yazma düşüncesi nasıl oluştu?
Kitapta da sık sık belirttiğim gibi, Antakya, çok özel bir kent. Hakkında birçok kitap, makale yazıldı. Antakya ile ilgili bilinmeyen bir şey yok gibi… Hazırlamış olduğum bu kitap, bilinenleri paylaşma adına… En çok da, Antakya’yı gezmeye gelenlere bir yol haritası sunma adına… Çünkü gelen dostlarımı, Antakya’yı hep eksik gezdirdim diye düşünmüşümdür. Aslına bakarsanız, Antakya ile ilgili çok şey bilmemize karşın, konuklarımızı, farkında olmadan eksik gezdiriyoruz. Sanırım biraz da bundan, önce kendim için ve sonra da Antakya severlerin eksikliklerini tamamlamak için yazıldı bu kitap.
Öyle anlaşılıyor ki, bu çalışma, eksik olarak gördüğünüz alanın tamamlama girişimi. Öyle mi?
Haklısınız. Alanında çok özgün bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Neden bunu söylüyorum? Uzun yıllara dayalı, Antakya üzerine okumalar yapıyorum. Gezginlerin yaptığı gezi kayıtlarını izliyorum. Bunların hiçbirinde, bir rota üzerinde, gastronomiyi, tarihi, kültürü, sosyal yaşamı bir bütünlük içinde sunan bir çalışmaya tanıklık etmedim. Bir Antakya tutkunu olarak, böyle bir çalışmanın yapılmasını görev olarak kabul ettim. Ortaya da “Antakya’da İki Uzun Gün” çıktı.
Şunu diyebilir miyiz? Antakya’ya gelenlerin gezmelerini kolaylaştıran bir yol haritası yok?
Gezi programlarının ve gezdirenlerin bir yol haritalarının olduğunu düşünmüyorum. Neden bunu söylüyorum? Gezdirenler, konuklarını hep eksik gezdiriyor. Mesela hiçbir gezi programı Hatay Valiliği’nden başlatılmaz, anlatılmaz da! Oysaki Valilik binası çok önemlidir, Antakya tarihi doku gezisinin başlangıç noktasıdır. Valilik, bir saraydır. Mimari açıdan çok değerlidir. Gezi, buradan başlatılarak; Protestan Kilisesi, Ortodoks Kilisesi ve Saray Caddesi üzerinden köprüye ulaşma, Ulu Cami ve köprü meydanı, gezinin ilk aşaması olmalıdır. Köprü meydanı da çok özel bir alan.
Uzun Çarşı üzerinden Dörtayak Meydanı’na ulaşma, gezinin ikinci aşamasını oluşturur. Dörtayaktan Kışla’ya uzanan gezi yolu ise ilk gün gezisinin üçüncü ve son aşamasını oluşturur. Hiçbir gezi programında böyle bir rota yoktur.
Gezi programları ve Antakyalılar, bu gezi rotasını bilmiyorlar mı?
Bilmiyorlar diyemeyiz. Rota üzerindeki görülebilecek her şeyi biliyorlar ama… Bir bütünlük içinde gezilerini yapamıyorlar. Geziyi tamamlamak için çok yoruluyorlar. Bir bölümünü de atlıyorlar. Yaptığımız bu çalışmada, gezginlerin ve gezdirenlerin işini kolaylaştırmayı hedefledim. Bilinenleri bir sıraya koydum. Kitabı rehber edinen bir kişi ya da grup, anlatılan şekilde Antakya’yı gezerse, görmek istediklerini kolayca ulaşabilecektir.
Gezi programından söz açılmışken… İkinci gün için ne öneriyorsunuz?
İkinci gün gezisi, Arkeoloji Müzesi’nden başlıyor. St. Pierre Kilisesi, Cehennem Kayıkçısı, Müze Otel, oradan Harbiye’ye geçilecek. Bu gezi rotası da çok yoğun. İkinci günün ağırlık noktası Arkeoloji Müzesi olarak alınmadır. Günün programı da buna uygun hazırlanmalıdır.
Anlattıklarınızla, aslında bir gezi programı sunuyorsunuz. Birde kitabın alt başlıkları var. “Gastronomi, Tarih, Kültür” Bu başlıkları nasıl bir araya getirdiniz?
Antakya gezisini özel kılan da, bu üç başlığın birleşmesi bir bakıma. Geziler, genellikle tarih üzerinden yapılır. Ya da her başlık, ayrı bir gezi olarak alınır, öyle yapılır. Örneğin Pamukkale gezisi yapsanız, yalnızca tarih ve doğanın oluşturduğu güzellik oluşturur, ama gastronomi aklınıza gelmez. Yine Adana gezisi de zorlama ile gastronomi üzerinden yürütülmek isteniyor. Burada da tarih aklınıza gelmez. Antakya gezisi mi? Asla böyle değil! Gastronomi, tarih, kültür iç içedir burada. Tüm bu başlıklar, birlikte yoğrulmuştur. Çalışmamızda, üç başlığı da iç içe koyduk. Gezginler, gezi rotası boyunca üç başlığı da birlikte deneyimleyebilecekler.
Gastronomiden başlayalım mı?
Oradan başlamayalım… Anlatının bütünlüğünü bozarız. Öncelikle şu söyleyeyim! Kitapta, görülecek yerlerin fotoğrafı yok. Yemek tarifi vermiyoruz. Neyin nerede görüleceğinin ve tadılabileceğinin rehberliğini yapıyoruz. Rehberliğimizi, tarihten ve kültürden ayırarak yapmıyoruz. Bir bütünlük içinde yapıyoruz.
Antakya’da gastronomiyi tek başına konuşmak, eksiklik oluşturur. Tarih ve kültür için de aynı şey geçerlidir. Köprü meydanında züngül/müşebbek yemeden, Ahmediye Camisi şadırvanını incelerken künefe yemeden olmaz mesela. Uzun Çarşı’da dolaşırken kâğıt kebabı, fırınlardan çıkan sıcak külçe yemeden, süvari içmeden de olmaz. Antakya’da bir gezginin attığı her adım; lezzet, tarih ve bir kültür yumağıdır. Ucundan çekip asıldığınızda, hepsi birlikte gelir. Bu nedenle “gastronomi” diye ayırmayı çok doğru bulmuyorum.
Son olarak şunu sormak istiyorum. Bu kentin bir entelektüeli olarak, Antakyalılar, Antakya’yı nasıl görüyor.
Antakyalılar, Antakya’yı görmüyorlar/fark etmiyorlar. Aynen, balığın, içinde bulunduğu denizin farkında olmaması gibi… Kentlerini anlatırlarken, bilinen anlatının dışına çıkamıyorlar. “Hoşgörü” diyor, “medeniyetler” diyor! Sözü en sonunda getirip, lezzetlere hapsediyor! İşin kötüsü, yerel yöneticiler ve işletmeciler de, esnaf da aynı düzeyde. Örneğin, eski Antakya girişlerinde işletmeleri tarif eden tabelalar yok. İnsanlar, gideceği yeri el yordamıyla buluyor.
Kent ile ilgili yeni bir öykü yazmaktan yoksunuz. Yeni öyküler yazarak, Antakya’yı, insanların beklentileri doğrultusunda yeniden kurgulayamazsak… Yanlış anlaşılmasın! ‘Tarihi ve kültürü yok edelim’ demiyorum. Hijyen, gürültünün azaltılması, levhalar, yerel ürünlerin içerikleri ile oynanmaması gibi birçok şeyi kastediyorum. Bu kenti tüketenler olarak, artık bu kente de bir şeyler verme zamanı, bunun altını çiziyorum. “Antakya’da İki Uzun Gün” adlı kitabım da buna dair. Kendi adıma, bu kente en kalbi hediyem. İyi okumalar şimdiden.
Teşekkürler…
Tamer Yazar