Sendikacılık ‘YÜREK’ ister

Bir de Ezber Bozmak! Sendikalar, kapitalist üretim ilişkileri altında zor durumda olan işçilerin yardımlaşma ve dayanışma örgütleri olarak ortaya çıktılar. Şimdiki durumları ise birçok kesim tarafından tartışılır halde. Eldeki tartışmanın Hatay ayağında duran ve diğer sendikacılar tarafından ‘ezber bozan sendikacı’ olarak ifade edildiğini söyleyen BASK Hatay Onursal Başkanı Metin Yılmaz mı? Oldukça net… Sendikacılık kavramı […]

Bir de Ezber Bozmak!

Sendikalar, kapitalist üretim ilişkileri altında zor durumda olan işçilerin yardımlaşma ve dayanışma örgütleri olarak ortaya çıktılar. Şimdiki durumları ise birçok kesim tarafından tartışılır halde. Eldeki tartışmanın Hatay ayağında duran ve diğer sendikacılar tarafından ‘ezber bozan sendikacı’ olarak ifade edildiğini söyleyen BASK Hatay Onursal Başkanı Metin Yılmaz mı? Oldukça net…

Sendikacılık kavramı noktasında durup da anlamı için kafa yormak bizi nasıl bir çıkmaz sokakta terk eder bilinmez ama, eldeki gerçeğin çok uzağında durmayan bir tanımlama ‘ekşi sözlük’ üzerinden oldukça dikkat çekici bir tarif veriyor merak edenlere…
“Türkiye’de sendikacılık, gerçek manada sendika ruhundan uzak, büyük oranda göstermelik bir örgütlenmedir. Türk sendikaları, Avrupa’dakilerin aksine, yönetime karşı söz sahibi değildir. ‘Başına vur, ekmeğini al’ tarzında bir politika yürütürler. Hükümetle masaya oturduklarında sıraladıkları isteklerin neredeyse hiç birini alamadan anlaşmaya varırlar. Burada yönetenlerin amacı, ‘bakın ne kadar demokratiğiz, sendikalarınız hak arıyor, onları dinliyoruz!’ izlenimi vermektir. Türk sendikacılığının gelişememesini, aslında yeterince demokratik olmadığımıza bağlamak fazlaca yerindedir.”
Bu tanımlamanın içinde ya da dışında olanların kalabalığında değil, ama ‘kendi tanımlaması ile oluşturduğu’ bir sendikacılık üzerinden mücadele veren bir isme soralım istedik; merak ettiklerimizi, gündeme taşıdığı başlıkları ve diğerlerini nasıl tanımladığını… Bağlı olduğu sendikanın ‘yerel tekrarında’ durmak yerine, yaşadığı kentin ve yan yana durduğu kent insanının yaşam başlıklarını omuzlayan, bunu yaparak da ‘fark’ yaratan, Bağımsız Kamu Görevlileri Sendikası (BASK) Hatay Onursal Başkanı Metin Yılmaz’a sorduk.

Başlayalım mı?

Sendikacı kimliği ve bu alanda mücadele tercihi nasıl başladı?

Annem, 2007 yılında akciğer kanseri oldu. Akciğer kanseri olmasıyla beraber, o zamanlar morfin çok zor bulunuyordu. Kanser hastaları bu kadar takip altında da değildi. Her şey ücretliydi. Çok büyük acılar, çok büyük sıkıntılar, bir sağlıkçı olarak ben yaşadım. ‘Ben tüm bunları yaşarken, acaba sade vatandaş bu durumla nasıl başa çıkıyor’ diye de kendi kendime sordum. Sonra düşündüm, taşındım ve dedim ki, ‘insanlara nasıl hizmet edebilirim, nasıl faydalı olabilirim?’ Her şeyden önce de, ‘nasıl hayırlı bir evlat olabilirim?’ Annemi kaybettikten sonra, Türkiye Cumhuriyeti kanunları nezdinde ‘insanların hakları nasıl aranır’ noktasında durdum. Önce bir dernek kurma fikri oldu, ama bu da çok sınırlı bir mücadele alanı verecekti. İşte bu noktada sendikal alanda mücadele verme fikri doğdu ve Resul Akay gibi bir duayenin öğrencisi olarak bu yolda yürümeye başladım.

Muhalif bir sendikacı olarak biliniyorsun. Peki, ‘ezber bozan’ bir sendikacılık örneği verdiğini düşünüyor musun?

Teslim olmayan, merkeze bağlı değil de, taşranın problemlerini taşrada dile getirip, hatta bu sorunları merkeze taşıyan bir sendikacı olmamız sebebiyle, diğer sendikacılar tarafından ‘ezber bozan’ bir sendikacı olduğum söyleniyor.

Genel Merkez’in açıklamalarını yerelde tekrar eden sendikacılık örneğinin çok dışına çıkıp, yaşadığın kente dair birçok sorunu da gündeme taşıyorsun. Tam da bu noktada sorarsam eğer… Şu anda yaptığın sendikacılığı ‘gerçek sendikacılık’ olarak mı değerlendiriyorsun?

Şunun altını çizmek gerekiyor ki… Ankara’dakiler taşradakilerin ne halde olduğunu çok bilmezler. Yani Hatay’da yaşanan her sorunu Ankara’dakiler yaşamaz, ki yaşamadıkları bir soruna hakim olmaları da beklenemez. Taşradaki sendikal yapılanmalar bundan dolayı var. Buradaki il temsilcilikleri bunun için var. Problemleri yerinde tespit edip yerinde çözmek için var. Bizlerin burada yaptığı şey tam olarak bu. Dışarıdan bakıldığında ‘fark yarattığı’ ifade edilen kısım da bu.

Sağlık sektöründe çalışıyorsun ve ara ara bünyesinde çalıştığın kurumu da ‘mücadele ettiğin’ sorun başlıkları içerisine dahil ediyorsun. Peki, bu durum çalışma şartlarını ya da çalışma atmosferini zorluyor mu?

Bunun en büyük acısını, acil sağlık hizmetlerinde hekimlerle ilgili verdiğim bir mücadelede yaşadım ve ‘muayene’ ihtiyacım olduğu bir anda ‘muayene’ edilmedim. Düşünün ki, ‘acil’ olarak başvurmama rağmen muayene edilmedim.
Sendikacılık dediğiniz şey yürek ister. İsmet İnönü, “Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz” demiş. Haklı. Zira bu ülkede namuslular da namussuzlar kadar yürekli olsa, zaten hiçbir sorun yaşanmaz. O anlamda, kendi kurumumuz içinde de illaki zorluklar yaşıyoruz ve çatışmalar oluyor, ama… Hiçbir sorun başlığında amaç tartışma yapmak ya da yaratmak değil, ama uzlaşmak! Eğer çözüme ulaşmaya çalıştığımız bir sorun varsa, ortaya seçenekler sunarız, ki orta bir noktada buluşma adına. Bu tercihimiz, bizi genelde çözüme götüren de bir strateji oluyor ve olası zorluklardan da uzak tutuyor.

Ciddi mücadeleler veriyor ve önemli sonuçlara ulaştığınız konu başlıkları oluyor. Ancak üye sayılarına bakıldığında, diğer sendikalara nazaran çok geride kalan bir kalabalığınız da söz konusu. Buna neden nedir?

Eğer üye bazlı bir sendikacılık yapmaya kalkarsak… 2010 yılından bu yana sendika aidatları devlet tarafından ödenmeye başlandı. Sonra bu duruma itiraz edildi. Bu, ardından memurlara ikramiye adı altında ödenmeye başlandı. Ama bakıldığında,
bu para, sendika ağalarının kesesine gidiyor! Çünkü kelle başı hesabı yapılıyor.
Ama sendikal mücadele dediğiniz şey, kelle başı
hesabı ile yapılmaz. Mücadele;
emek, hak, çalışma ortamlarının geliştirilmesi, eğitim ve insanlara hak ettiği değeri verdirtmek için yapılır. O anlamda, sayının çokluğu değil, ama niteliği çok önemli bizler için.

Son dönem yeni devlet hastanesi ile ilgili gündeme taşıdığın bir başlık var… ‘Deprem kenti Hatay’da hastane için tercih edilen cam giydirmenin’ yanlış bir tercih olduğu konusu! Peki, olması gereken nedir?

Bu, çok önemli bir konu. Zira insanların, deprem gibi olağanüstü hallerde ilk müracaat edeceği yer sağlık hizmetleridir. Bahse
konu durum, yani hastanenin ‘cam giydirme’ şeklinde bir mimariye
sahip olması gerçekten de çok tehlikeli bir süreci de beraberinde getiriyor.
En başında yapılırken de karşı çıkmıştık buna, bugün de aynı noktada durup itirazlarımızı paylaşmayı sürdürüyoruz. Sadece eleştiri yapmıyor ve konuyu gündemde tutma gayretinde olmuyor, ama iki fay hattının ortasına kondurulmuş bir hastane adına bilimsel bir araştırmanın yapılması gerektiğinde ısrar ediyoruz.
Peki, ne olması gerekiyor diye sorarsanız eğer… Ya sökülüp tadilat yapılması gerekiyor ya da… Aslında en iyisi, bence hastaneyi taşısınlar!

Önemli bir konu ve ifade ettiğin kadarıyla ciddi de bir risk söz konusu. ‘Tepkiler nasıl oldu’ diye sorsam mı? Özellikle de ilgili kurumların ya da Valiliğin, gündeme taşıdığın konuya olan ilgisi ne oldu?

Bununla ilgili olarak Ankara’dan tek bir yazı geldi. Yaklaşık bir 4-5 sene önce, ki hastane konusunda o dönem verdiğimiz mücadeleye paralel olarak… O yazıda, konuyla
ilgili olarak mühendislerin gelip çalışma yaptığı ve gerekli tedbirlerin alındığı ifade edilmişti.
Bizler, bugün hala ‘risk’ konusunda ısrarcıyız ama, dilerim ki zaman bizlerin endişelerini haksız çıkartır.

Ara ara yerel idarelere sunduğun projeler de oluyor. Antakya Belediyesi Yönetimi ile paylaştığın ‘kent içindeki ekmek tandırlarının modernize edilmesi’ fikri de bunlardan biri. Biraz detaya girelim mi?

Bazı mimar arkadaşlarımızla bir araya geldik ve ilimize nasıl katkı sağlarız bağlamında düşüncelerimiz oldu, ki o düşüncelerimizden biri de, Antakya’da karşınıza bir çok yerde çıkan, ama oldukça bakımsız ve kötü şartlara sahip tandırlar oldu. Dedik ki, bu alanları modernize edelim ve insanımıza yakışır bir görsellik sunalım. Biliyorsunuz, bu alanlar, halkın gıda ihtiyacının ekmek kısmını ciddi anlamda karşılayan yerel fırınlar niteliğinde. Açıkça söylemek gerekirse, bunu, bir proje halinde DOĞAKA’ya sunma durumu da vardı ama, kişisel anlamda yaşadığım bazı sağlık problemlerinden dolayı bu sunumu ertelemek durumunda kaldım. Peki, bu alanlar neden önemli? Yaşam şartlarının zorluğu neticesinde, her gün ortalama 5 ya da 7 ekmeğe para vermek oldukça zor. O zaman ne yapılıyor? Ev hanımlarımız hamurunu yoğuruyor, tandırını yakıyor ve haftalık ekmeğini pişiriyor. Hem aile bütçesine katkı sunuyor hem de katkısız ve sağlıklı ekmeğini kendi elleriyle pişiriyor.
Antakya Belediyesi’ne verdiğimiz projede, bir kere tandır yakınında bir çeşme yapılacak. Kış şartlarında bu alanı kullanacak hanımlarımıza zorluk yaşamamaları adına, gereken sundurmaların yapılması sağlanacak. Şu an ki görselleri hepimiz biliyoruz, ki mevcut görüntüde rahatsız eden kısımlara uygun bir peyzaj çalışması da gerçekleştirilecek. Burada, ufak rötuşlarla, geçmişten geleceğe taşınması gerekli bir yaşam kültürüne sahip çıkma hedefi var. Tabi ekmek ihtiyacının hijyen şartlarda yapılmasını sağlamak da bu hedefler arasında. Sosyal belediyecilik anlamında ‘neden olmasın’ dedik ve projemizi hayata geçirmesi adına Antakya Belediyesi yetkililerine teslim ettik.

Peki, sonuç ne oldu?

Yaklaşık 3 sene oldu! O dönem bize söylenen, ‘bu zaten bizim projelerimiz arasında yer alıyor’ oldu. Ama bu geçen 3 senede herhangi bir gelişme görmedim. Siz gördünüz mü?

İsmi siyasetin seçim dönemlerinde ‘acaba aday olur mu’ diye fısıldanan birisin. Tam da bu noktada, içinde yaşadığın kent adına ‘ne haldeyiz’ ve ‘nasıl yönetiliyoruz’ sorularını sorayım mı? Sence iyi yönetilen bir şehirde miyiz?

Asla! Bir kere ciddi bir koordinasyonsuzluk var. Bir belediye yaparken, diğeri bozuyor. Vatandaş ise bu yaşanan kurumsal karmaşanın ortasında mağdur olan taraf. İller Bankası’ndan gelen paralar mı? İsraf, israf, israf… Bundan dolayı, içinde yaşadığım şehrin yönetiliş biçimi adına her hangi bir memnuniyetim söz konusu değil.

‘Sendikacılık, vicdani bir sorumluluk benim için’ diyen biri olarak, daha ne kadar bu yorgun koşuşturmacanın içinde olmaya devam edeceksin? ‘Yeter’ dediğin anlar olmuyor mu?

Bu bedende bu ruh olduğu müddetçe, bu ruh da bu nefesi aldığı müddetçe, dik durmaya, mücadele etmeye devam edeceğim.

Teşekkürler

Röportaj/Tamer Yazar

Exit mobile version