Geçtiğimiz günlerde 2 günlük bir ziyaret kapsamında Antakya’ya gelen bir blog yazarı ile adımladık eski kentin sokaklarını… ki kimi zaman beton, kimi zaman asfalt ve kimi zaman da taş olanları… Ama hangisi, ‘dün’ hikâyesinde durmayı becerebilen ‘bugün’, anlayamadık! Belki asıl sorun da bu! Bu kent kendini anlatamadı, ya da biz onu hiç anlamadık!
Mimarlar Odası Hatay Şubesi’nin, yerel seçimler öncesinde paylaşım yaptığı “Geçen 5 Yıllık Sürecin Yerel Yönetimler Açısından İrdelenmesi” başlıklı değerlendirmesi ile başlayalım bugüne ve eldekine giden yolda, bahse konu eleştirilerin payını sorgulayalım!
-ELDEKİ!-
Değerlendirmesine, Hatay’ı yöneten ana belediye yapısının kurumsal koordinasyonsuzluğu ile başlayan Hatay’ın Mimarlarının buna dair tespiti oldukça net…
–
‘Sürdürülebilir bir kent olma’ ve ‘İnsan odaklı hizmet’ anlayışını vizyon edinerek çalışma yürütmek, elbette ki her kentlinin kamu hizmeti sunan bir kurumdan mutlak bir beklentisidir. Ne var ki, bu beş yıllık süreçte izlenen tablo; yürütülen proje ve çalışmalarda, Büyükşehir Belediyesi’nin, kendi kurumları arasında bile yeterli koordinasyonun sağlanamadığıdır. Nitekim bu olumsuz durumun örneklerini, bitmek bilmeyen alt ve üst yapı çalışmalarından, günlerce susuz kalmış mahallelerden, yap-boz tahtasına dönmüş, çift yön mü, tek yön mü kararı bir türlü verilemeyen caddelerden hepimiz biliyor ve görüyoruz. Oysa ki çözüm, kurumların misyon başlığı altında net olarak belirttikleri ‘katılımcı yönetim anlayışının’ hayata geçirilmesidir. Benzer durum, merkezi yönetimle yerel yönetim arası mekanizmalar için de geçerlidir. Öncelikle yönetimler, aynı belediye sınırları içinde, görev tanımları farklı olsa da, birbirlerinden bağımsız karar vermek yerine, yürüttükleri çalışmaların her aşamasını birbirleriyle ve halkla da paylaşmak ve bu çalışmaları birbirleriyle koordineli yürütmek sorumluluğundadırlar.
-ESKİ KENT!-
Oldukça net bir eleştiri. Bundan sonrası için benzer bir yoldan ilerleyen blog yazarı devam etsin mi?
“Eski Antakya, İstanbul’un kapalı çarşısı gibi! ‘Nasıl yani’ diyeceksiniz! Kapalı Çarşı’yı biliyorsanız eğer, birçok kapısı olduğunu da bilirsiniz. Farklı yönlerden girişi olan, koca bir labirent. Dar sokaklar, koridorlar ve her koridor ve sokağı ayrı bir hayat. Size kendi hikâyesini sunmuyor, adeta ‘beni dinlemek zorundasın’ diyor. Çünkü öyle bir atmosfer karşılıyor ki sizi, karşı koyamıyorsunuz. Burada da buna benzer bir durum var bence. Burada da kendi hikâyesini anlatmak isteyen bir kent dokusu var. Ama öyle yaralı ki, canı çok yanıyor, belli. Bu şeye benziyor… Bir hastanedesiniz ve ağır bir hasta geliyor o an! Ambulanstan indiriliyor, sedyeye konuyor ve acil kısma indiriliyor. Oradasınız ve sizden müdahale etmeniz isteniyor. Ama siz duruyorsunuz! Duruyor ve diğerlerine bakıyorsunuz. Herkes bir diğerine bakıyor. Ama yaşanan şaşkınlık ve iş bilmezlik, hastanın kaybı demek! Zaten bu da oluyor! Kan kaybı ve hasta ölüyor!
Haklısınız! Kötü bir hikâye. Ama buradaki de öyle. Bu şehri yaşayanlar sizlersiniz. Hikâyesini de kurtarmak elinizde. Ama gördüğümüz kadarıyla kurtarılmış bir hikâye yok. Sadece belli lokal noktalara müdahaleler var. Yeni herkes bir yerinden tutmuş hastanın, karga tulumba taşıyor. Ama nereye taşıyor? Nasıl taşıyor? Ne şekilde taşıyor? Belli değil!
Gördüğüm şehirleri yazan biriyim, ama burası için yazmak istemedim. Sadece siz sordunuz, ben bir şeyler söylüyorum. Ben, bir şeyler yazdığımda, insanlar o şehrin büyüsüne adımlasın isterim. Buradaki hikâye büyülü, ama yorgun, hatta vazgeçmiş. Sokaklarında ilerlerken, zemindeki adımlarım ara ara betona değdi, ara ara taş bir zemine, ama en korkuncu da, asfalta… Bu nasıl oluyor, hiç anlamadım. Bu oluyor ve kimse bir şey söylemiyor, bakın bunu hiç ama hiç anlamadım.
Bir de bir şey gördüm, kuş kafesi gibi, ev kafesleri… Bir yerlerde daha önce gördüm mi, hatırlamıyorum. Ama sanırım ilk kez burada gördüm. Evlerin önüne çekilen kafesler bunlar. Peçe takan kadınlar gibi. O demir kafeslerin hikâyesini sizden dinleyince şunu düşündüm… Yazık! Zira bu evlerin kaderi, güvenli şekilde yıkılmalarına yardımcı olmak, olmamalı!
Garip olan, sanırım biraz da korkutucu olan, hiçbir şey yokmuş, olmamış gibi hayatın akması… Mesela Gastronomi Evi! Künefe satan dükkânlar! Lokantalar! Mezeciler! Burada sanki her şey ‘yemek’ başlığında ilerliyor! Ama kimse ‘tarih’ ya da ‘kültür’ demiyor. Ama yanı başından geçip gidiyor. Ne halde olduklarını umursamıyor. Açık ve net, gördüğüm bu! Ama inanılmaz bir yemek trafiği var. Ve bu çok sıkıcı! Çünkü bu konuda da bir düzen yok. Sunum, gastronomik bir etiketle yapılmıyor. Böyle bir çerçeve zaten yok. Gastronomi Evi dedim ya mesela… Yemekler güzel, dekorasyon da, ama… Sunumu sevmedim. Detay çok önemli! Kullandığınız tabaklar, masa örtüleri, duvarlara eklediğiniz tablolar, kıyafetleriniz… Her şey sizi anlatmalı. Eski bir kentte olduğunu anlatmalı. Hikâyeye davet etmeli. Dedim ya, detaylar… Onlarsız olmuyor! Ve bu kent, o detayları kaybedeli çok olmuş gibi! Ama zararın dönülebileceği virajlar da yok değil! Ama dönerler mi, onu size sormalı!” -Tamer Yazar-