Israrımız da Bundan!
Hikâyesi özel, hikâyesi derin, hikâyesi çok sahipli bir kent,Antakya…Aslında sahipsiz kalan hikâyesinden geride kalanlarının son noktasıdır bugüne ekli kapıları, kapı yapıları, hele ki o yapıların kapı tokmakları! Eldeki ‘asfaltın’ acıtan son hikâyesinde durup da düşünmemiz bundan… Düşünüp sorgulamamız da!
Antakya’ya dair yazılanların görkemli kalabalığında bizlerin söyledikleri ne ki… Ama düne dair anlatılanların hikâyesinden bugüne kalanların korunması adına ‘omuzladığımız’ kelimelerin yalnızlığı da reddedilemez bir gerçek gibi önümüzde duruyor. Haksız mıyız? O yüzden de ‘belki de hissetmek gerek’ dedik ve eski evlerin fısıldadığı hikâyeyi kendi adına dillendiren birinden yardım istedik…
İşte o kelimeler:
“Eski, virane ya da terk edilmiş evleri görünce, durur bir hayale bırakırım kendimi. ‘Bir zamanları’nı canlandırmaya çalışırım. ‘Orada kimler yaşardı, neler konuşulurdu’ diye düşünürüm. Dikkatimi en çok pencereler çeker. Onun önünde hangi zaman kim oturdu, neler geçti o pencerenin önünde, merak ederim…
O yüzden severim bu evleri… Bir gün bizim de yapayalnız kalacağımızı anlatırlar bana…
Anneannem ve dedemin bugünlerini inşa ettikleri sarı boyalı tek katlı evleri canlanır gözümde. Üstü asma dolu, önü erik ağaçlı, etrafı tuğla ve pirketlerle çevrili o bir zamanların neşeli evi… Ben, kendimi bildiğimde, o evde kiracılar oturuyordu. Anneannemler bizimle aynı binadaydı. Sonra, sarı boyalı evin erik ağacı devrildi yere, boylu boyuna… Ardından kendisi yerini dev bir apartmana bıraktı. Herkes ve her şey yer değiştirdi onunla. O sarı badanalı evin penceresinden bakanlar hala çocukluğumun hafızasında, rahmetli anneannemin birinci kattaki mutfak penceresinin tülünden sızan yeşil gözleri de…
Şimdi nerede o evdeki canlı hayatlar, soluk alıp verenler… Haydi, topla toplayabilirsen o eve bir zamanlar nefesleriyle hayat verenleri… Kimi insanlar göçüp gidiyor öteki tarafa, evleri mahzun kalıyor. Kiminin evleri yıkılıyor, evsiz kalıyor…”
-TOKMAKLAR!-
Antakya içinde dolaşırken, gözleriniz nerede en çok duruyor ve kalbiniz neresi için en çok çarpıyor bilmiyoruz ama, düne dair ‘anıların’ arkasında ‘biriktiği’ kapıların önünden geçerken, biraz ‘durun ve düşün’… Hatta bunu yaparken, gözlerinizi de kapatın… Tarihi evlerin arasına asfalt ‘dökenlerin’ ve dökülenleri de hiçbir şey olmamış gibi ‘sessizce’ izleyenlerin kentinde, elde kalanların hikâyesi için kulak kabartın… Çünkü yukarıdaki hikâyenin ifade ettiği gibi, Antakya da bir gün ‘bir zamanlar’ diye başlayacak bir hikâyenin başlangıcı olabilir. Hatta o hikâye ummadığımız kadar yakın da olabilir! Kim bilir…
-NEDEN ÖNEMLİLER?-
Kapı tokmakları, Antakya kent kimliğinin anlatılan hikâyeleri içinde kendisine çok fazla yer bulmayan detaylardan sadece bir tanesi. Peki, neden bu kadar önemliler, hiç düşündünüz mü? Kapı tokmaklarının buna dair en dikkati çeken tarafı, Orta Asya inanışına göre! Denilene göre, her insanın kuş şeklinde bir koruyucu ruhu olması sebebiyle, o kişinin yaşadığı evden içeriye kötülüğün ve düşmanlığın girmesini önlemek amacıyla kullanılan bir objedir, ‘şekilden şekile giren’ kapı tokmakları… Örneğin Selçuklu sanatında yer alan tek ve çift başlı kuş ya da kartal motifleri şaman dini inanışlarına dayalı olup, bu objeler kudret, kuvvet ve koruyucu ruh olarak kabul edilmekteymiş. Peki, bizdekiler hangisi? Hangi hikâyenin başrolü? Bildik mi? Hiç sorguladık mı? Geride onlardan kaç tane kaldı, hiç saydık mı?
-ÇALINIYOR!-
Kapısında bu eski kapı tokmaklarından birini taşıyan evinin önünde rastladığımız yaşlı bir Antakyalının anlattıkları, solan anıların eksilen şehri adına bir şeyler yapmak için bekleyenlere gelsin mi?
“Bunlardan her kapıda görürdünüz, ama bir zamanlar. Şimdi çoğu gitti. Ama öyle kendi kendine değil! Söktüler, aldılar, aslında çaldılar! Bunlar demir ya! Demir parasına sattılar! Hâlbuki sattıkları şeyin ne kadar değerli olduğunu bir bilseler… Yok, bilmezler! Aslında siz de bilmezsiniz, bu şehrin eski halini, hele ki çocukluğumuzun Antakya’sını. Böyle bakımsız mıydı? Değildi! Bu kapı tokmaklarından şimdi birkaç evin kapısında kaldı ya, eskiden her evin kapısında vardı, her çeşidinden… Gülle biçiminden, el gibi olanından, halka şeklinden… Hepsinin bir anlamı vardır. Hikâyesi vardır. Öyle sadece kapıya ‘dan-dun’ vurmak için değildir. Zaten eskinin nezaketi kalmadı ki bunlar kalsın! Zaten eskiden bugüne ne kaldı ki? Yazık ettiler bu şehre! Hadi biz yaşadık bu kentin eskisini, var olanını, güzel zamanlarını… Torunlara bir şey kaldı mı? Etrafına bak bakayım! Ne gördün? Ne görüyorsun? İşte bu gördüğün şehir kaldı! Yıkık, dökük, eski, püskü bir kent kaldı! Anlayacağın, bakamadık. Bakamadım ve sonunda da kaybettik. Bir gün buralara çok katlı apartmanlar dikecekler, söylemedi deme! Bu sahipsizlik boşuna mı zannediyorsun? Eski dedikleri bu evleri böyle kaderine terk etmeleri boşuna mı zannediyorsun?”
Söyleneler kalbinizi acıttı mı? Peki ya yüreğinize bir şeyler fısıldadı mı? Eğer cevabınız ‘EVET’ ise, hala bir şansımız, hala bir ümidimiz var demektir. Ama cevabınız ‘HAYIR’ ise, geçmiş olsun diyelim mi?
-Tamer Yazar-