Tarihi ne, bilmiyoruz? Peki ya hikayesi!

Betonun işgalinde kalmış bir Antakya hikâyesinin anlatıldığı köşelerden biri burası… Kurtuluş Caddesi’nin kaybolmuş, parça parça eksilmiş halinden geriye kalan bir çeşmesi. Kirli, bakımsız ve unutulmuş… Her adımınızda sizi düne taşıyan kaç şehir vardır? Sahip olduklarıyla, binlerce yıllık bir geçmişe sırtını dayayan kaç coğrafya vardır? Antakya, böylesi bir şehir… Eksilen parçalarının kayboluşuna eklediği çığlığına uzun yıllardır […]

Betonun işgalinde kalmış bir Antakya hikâyesinin anlatıldığı köşelerden biri burası… Kurtuluş Caddesi’nin kaybolmuş, parça parça eksilmiş halinden geriye kalan bir çeşmesi. Kirli, bakımsız ve unutulmuş…

Her adımınızda sizi düne taşıyan kaç şehir vardır? Sahip olduklarıyla, binlerce yıllık bir geçmişe sırtını dayayan kaç coğrafya vardır? Antakya, böylesi bir şehir… Eksilen parçalarının kayboluşuna eklediği çığlığına uzun yıllardır cevap alamamış bir şehir. Yine de var olmaya çalışan, vazgeçmeyen, dünden bugüne kalanları yarına taşıma gayretine umut ekleyen bir şehir. Son örneğimiz yine bu şehre dair. Tarihi bir çeşmeye dair. Taş bedenine ekli yazıların yer yer silindiği çeşmeyi fotoğraflarken, merakla yanımıza yaklaşan bir vatandaşın söyledikleri, düşündürücü: “Hali görüyor musunuz? Siz bilmezsiniz eski halini… Böyle miydi? İnsanın içi ‘cız’ ediyor baktığında. Hadi siz ara ara gelip bakıyorsunuz ama, biz her gün yanı başından geçiyoruz. Kirine, çöpüne tanıklık ediyoruz. Bir gün bakımı yapılır mı peki? Sanmam! Kaç senedir bu halde. Bir de üstüne Arapça yazılar yazmış birileri. Her şeyimiz gibi bunları da yok ediyoruz. Oysaki bu şehir bunlarla Antakya olmuş bir şehir. Ama söyleyenler de haksız değil! Şehir, şehir olmaktan çıkmış durumda…”

-Paslı demirler-

Çeşmenin adı yok. Adına ya da son restorasyonuna dair herhangi bir bilgi de. Kim tarafından ya da ne zaman yapıldığına dair her hangi bir detay da. Ama onun dışında kalanlar, bu şehrin ‘slogan’ yönetim algısı adına çok şey söylüyor.  Tarihine ve kültürüne sahip çıkmayan yerel idareler adına çok şey söylüyor. Bu tür alanların sorumluluğunda durması gereken İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü gibi ‘resmi’ kurumsal yapılar adına çok şey söylüyor.  Hele ki, böylesi taş bir çeşmeye ekli musluğun ve o musluğa ekli paslı boruların görsel çirkinliği bu kadar netken…

-İstanbul mu?-

İstanbul’da, 1806 yılında Sultan III. Mustafa’nın eşi ve III. Selim’in annesi Mihrişah Sultan tarafından yaptırılmış, barok üslubunun güzel bir örneği olan Göksu Çeşmesi’ni göreniniz vardır. Bugüne kadar kalabilmiş çeşmenin bakımlı haline baktığınızda, düne dair anlatılan hikayenin kafanızda yarattığı net hikayeleri adeta izlersiniz. Korumayı bildiğimizde aslında ne kadar çok şeye sahip olduğumuzun keyifli bir örneğidir. Onun gibi çeşmeler, İstanbul’u adeta yağlı boya tablo gibi boyar.  Ama özenle, adeta dantel işler gibi… Peki, Antakya’nın çeşmeleri? Onlar ne anlatıyor? Aslında her biri bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Ama anlatmalarına izin vermiyoruz. Yoklarmış gibi davranıp, kirin ve çöpün içine terk ediyoruz. Aslında terk ettiğimiz şeyin ‘kendimiz’ olduğunu unutuyoruz…

Tamer Yazar

Exit mobile version