Evrenin ve özellikle insanın patikasına iliştirilen bir yolculuk hikâyesi…
İnsanı duygularıyla irdeleyen, kendi olduğu için alkışlayan, zaaflarıyla alay eden, yücelten, kıran, birleştiren bir yapboz ve cılız adımları usulca nakışlayan bir zanaatkârın düşü…
Ali Yüce, şiirden önce, toplumun kısırlığıyla tanıştı sanırım… Ama en önemlisi, toplumdan önce bireyi tanıdı… Bireyin topluma sırnaşan inişli çıkışlı yayvan dünyasını tanıdı… Gerçekçi bir tanışıklığın beslediği, nükteli şiirin varlığı bundandır… Özgür bireylerin oluşturacağı özgür bir toplumun hayalini kurarak biraz da…
Sıra dışı bir kaçış hikâyesinin altında yatan da budur bir bakıma… Küçücük bir çevrenin, küçücük dünyasına sığmaz… Toplumun yakalandığı cehalet hastalığının ateşini ısrarla düşürmek ister ve bu sebeple belki toplumun yarattığı her türlü kasvetle inceden inceye alay eder… Yeni giysilerini giyinip, yeni bir yola, yeni adımlarıyla, kendi ayaklarıyla yürür… Yeni gözleriyle bakar içinden sıyrılıp koptuğu topluma… Şair öncelikle bireydir çünkü.
Toplumcu gerçekçi bir mecranın, yığınlara kapılmadan işleyen çarkı gibi, toplumun her daim önünde ve çarkın her dişlisinin ayırdında… Her türlü duyguyu, düşünceyi, coşkuyu çocukça bir enerjiyle birleştirir… Sonucunda zafer beklediği, inatçı bir oyunla…
“Ben ırmak olsaydım eğer
Altıma saklamazdım ayaklarımı
Öyle yaklaşmazdım denize
Düşmana yaklaşır gibi
Sürüne sürüne…”
Yüce’nin şiirinde, alkış bekleyen hamasi sloganlardan çok, insani çıkarımlar inşa edilir… Yükselen her soluk, en duru akışıyla yoklar kulağımızı… Sade ve hedefini yoklayan ritimlerin ivmesinde, devrilmiş kalabalıkların enkazına rastlanmaz… Direngen bir bireyin talepleri süsler boşlukları…
Çünkü şair, yaşadığı dönemle birlikte, gelecekten de sorumludur… Bu sorumluluğun bilinciyle çağına tanıklık ederken, onu evrimsel sürece yedirmekle meşguldür… Ali Yüce, tam da burada görev üstlenmiştir… Toplumsal düzen, gücün egemen zihniyeti, gelenek ve töreler, çemberi kastıkça kasmaktadır… Lakin şair, kendisine dayatılan bu kasveti içine sindiremez. Tüm baskılara, en duru ve en anlaşılır dille karşı çıkması gerektiğinin bilincinde… Şiirin öncelikle bir itiraz, çağdaş aklın ve ilkelerinin savunulması anlamına geldiğini biliyor ve bu ışıkla, toplumun isteklerinden çok, toplumda görmek istediklerini yansıtmaya çalışıyordu…
“Bu sayın kafayı
Kimden aldınız efendim
Dışı parıl parıl yaldız
İçi karanlıkla süslenmiş
Hem gece hem gündüz müsünüz?”
Aydınlanmadan ve adaletten yana kesin tavır koyarak, halkın dilini yitirmeden, coşkulu bir kurguya yönelmiştir…
İnce bir mizahla bezenmiş ve kimi zaman yerel şivelerle süslenmiş dizeler, çoğu zaman, hatta ısrarla Antakya’yı anlatır… Antakya’nın dar ve birbirine muhtaç sokaklarını, insanların ortaklaşan kültürleriyle harmanlar…
“Akşam
Gözlerimin içine soluyor akşam
Vakitlerin dört ayağı bir pabuçta
Dört saçağın suyu bir olukta akıyor…”
Bu harmanlama, kendi kör dünyasıyla yaşayan yığınlara sırnaşma değildir… Onların etkisiyle yazılmaz… Daha çok, özgür bireyin yarattığı, özgür bir topluma özlemdir… Yaşadığı çevreyi, toplumsal sorunları, özellikle cehaleti taşlamaya yönelerek kıyasıya yermiştir… Yaşlıyı yaşıyla, kadını kendiyle, çocuğu hayalleriyle sorgulayan şiirler…
Kalabalığın sesine alışamayan kaygılı bir seçimin, çilingir sofrasında ki yerini özümsemesi bir bakıma…