(Yazı Dizisi 1)
Tarih, zor ve ilginç bir bilim dalıdır. Yıllar öncesini, eldeki sınırlı kaynaklarla değerlendirmeye ve sonrasında bir hüküm kurmaya çalışıyorsun. Tabi bu değerlendirmeler, genelde sübjektif, değerlendirenin dünya görüşüne göre tanımlanıyor. Kimine göre olumlu olan bir gelişme, kimilerince olumsuz olarak değerlendirilebiliyor.
23 Nisan 2020, Türkiye için çok önemli bir tarihtir. Millet Meclisi’nin açılmasının 100.yıldönümüdür. Millet Meclisi (TBMM), aynı zamanda modern Türkiye Cumhuriyeti’nin temel taşı, yapılan devrimlerin evidir. Ben de bu yazı dizisinde, objektif olarak kabul edilen bilgileri kendi bakış açımla değerlendirerek belli başlıklar altında bu süreci değerlendireceğim.
1.Dünya Savaşı’na Giden Yolda Osmanlı Devleti’nin Durumu
Öncelikle şunu ifade etmek gerekir ki, Osmanlı; 3 kıtaya hüküm süren, son derece geniş bir coğrafyada yer alan, etkin köken ve kültür yönünden çok renkli bir imparatorluktu. Bunca geniş ve önemli bir coğrafyada 600 yıla yakın hüküm sürmek, kolay ve küçümsenecek bir iş değildir. Osmanlı, Kanuni Sultan Süleyman ve Fatih Sultan Mehmet başta olmak üzere, çok değerli imparatorlar ve bürokratlar yetiştirmiştir. Hatta Fatih, büyük bir dahi olarak kabul edilir, ki bana göre dahidir ve müthiş bir entelektüeldir. Tüm bunlar, Osmanlı’da önemli bir devlet tecrübesi olduğunu göstermektedir.
İmparatorluğun çöküşüne giden yolda, hiç şüphesiz bu durum birçokları tarafından fark edilmiştir. Bunun önlenmesi için önemli çabalar sarf edilmiştir.
1900’lü yıllarda, Osmanlı ekonomisi çağın gerisinde kalmıştı. Dünyada, önceki yüzyıllardaki fetih ekonomisi artık sona ermeye başlamış, sanayileşme başlamıştır. Avrupa’da, kömürle çalışan buhar makineleri üretimi başlamış, bunlarla beraber fabrikalar kurulmuş ve seri üretime başlanmıştı. Batı, bu sayede inanılmaz bir enerji tüketimi, teknolojik, ekonomik ve askeri gelişme yaşarken, Osmanlı, bu süreci kaçırmıştır. Almanya, Fransa, İngiltere başta olmak üzere, batıda müthiş bir sanayileşme, yeni pazarlar (yani sömürge) ve enerji kaynakları bulma yarışı başlamıştı.
Bunun haricinde, Fransız Devrimi ile dünyada milliyetçilik akımları artıyor, çok uluslu imparatorluklar sürecinin sonuna geliniyordu.
Tüm bu gelişmeler, Dünya’da gerilimi ve kutuplaşmayı hızla artırıyordu. Kısacası ekonomik ve diğer gelişmeler, Osmanlı’nın aleyhine gelişiyordu.
Süreci 93 Harbi olarak bilinen, 1877-1878 Osmanlı Rus savaşlarından alırsak, Osmanlı, bu savaşlarda önemli topraklar kaybeder. 1912-1913 Balkan Savaşları’yla, Osmanlı, uzun yıllar hüküm sürdüğü ve imparatorluk için önemli olan Selanik, Manastır, Bosna, Üsküp, Kosova’yı kaybeder, Rumeli’ye veda eder ve Edirne sınırına çekilir. Hemen sonrasında da birinci Dünya Savaşı başlar.
İmparatorluğun Son Dönemine Damga Vuran Grup, İttihat ve Terakki
İttihat ve Terakki, İmparatorluğun son dönemine damgasını vurmuştur. Jöntürk hareketinin doğmasıyla ortaya çıkmıştır. Abdulhamit döneminin istibdat düzeninden bunalan ve imparatorluğun içine düştüğü durumdan kurtulması için çabalayan bir grup genç subay ve aydının oluşturduğu grubun adıdır, Jöntürkler.
Jöntürkler, baskı rejiminin son bulması ve meşrutiyetin ilan edilip Meclis’in açılmasıyla, İmparatorluğun dağılma sürecinin son bulacağına, azınlık isyanlarının biteceğine inanmışlardır. Bu amaçla önce İttihad-ı Osmanî Cemiyeti adlı gizli bir örgüt olarak kuruldu. Sonrasında İttihat ve Terakki Cemiyeti adını almıştır. Enver, Talat ve Cemal Paşalar, bu cemiyetin önde gelen liderlerinden. İmparatorluğun çöküş nedenleri, her ne kadar kanaatimizce ağırlıklı olarak konjonktürel ve içsel sebeplerden olsa da, bu cemiyeti ve Enver Paşa’yı tahlil etmeden bu süreci yorumlamak sağlıksız olacaktır. İttihat ve Terakki de, son derece farklı ve tahlil edilmesi zor bir cemiyettir. Neredeyse her şey gizlilik üzerine kurulu. Yazılı eserleri çok azdır, örgütlenmeyi çok iyi bilmektedirler. İttihatçılar, cumhuriyete olumlu ve olumsuz anlamda önemli özellikler bırakmışlardır. Bu çok geniş bir konu olduğundan, başlıkta bu hususlar tartışılmayacaktır.
İmparatorluğun son döneminde, bilhassa Bab-ı Ali Baskını sonrasında bütün yetki İttihatçılardaydı, hatta Enver Paşa’daydı desek yerindedir. Enver Paşa, askeri ve idari tüm kararlarda yetkili kişiydi. Sadrazam Sait Halim Paşa da kendisinin sözünden çıkamıyordu. Ayrıca Enver Paşa, Saray damadıydı. Edirne’nin kurtarılması sonrasında askeri noktada da büyük bir ün kazanmış, hızlıca başkumandan vekilliğine kadar yükselivermiştir.
İttihatçıların, bilhassa Enver Paşa’nın Alman hayranlığının olduğu bilinen bir gerçektir. Ama İttihatçılar, uzun bir süre İngiltere ve Fransa ile birlikte savaşa girme noktasında diplomasi yürütmüşlerdir. Fakat İngiltere ve Fransa, Osmanlı’nın çok geri kaldığını, savaşta kendileri yük olacakları düşüncesiyle Osmanlı ile beraber olmak istememişlerdir. Ayrıca bu devletler, Osmanlı’yı “hasta adam” olarak görüyor, aralarında “hasta adamı” paylaşmaya başlamışlardı bile.
Osmanlı’nın, İngiltere’den parasını peşin ödeyerek sipariş ettiği iki savaş gemisini İngiltere’nin Osmanlı’ya teslim etmemesi, bardağı taşıran son damla olmuştur. Bu süreç ile artık Osmanlı’nın Almanya yanında savaşa gireceği kesinleşmiştir.
Osmanlı’nın savaşa girmeme imkanı var mıydı? Bu soruya pek tabi çeşitli cevaplar vermek mümkündür. Kanaatimce, Osmanlı’nın savaşın dışında kalma şansı yoktu. Osmanlı’nın tarafsız kalma kararı vereceği, kendi kendini koruyacak askeri ve ekonomik gücü yoktu. O dönem Birleşmiş Milletler, NATO gibi kuruluşlar da bulunmamaktaydı. Kısacası Osmanlı, kanaatimce, kaderini yaşadı.
Ama asıl mucize, Mustafa Kemal Paşa ile gerçekleşecek, kimsenin hayal bile edemeyeceği bir bağımsızlık savaşı kazanılacak. Sonrasında Atatürk, bir rüyayı daha gerçekleştirecek, modern Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracaktı.
Bir sonraki yazıda, 1. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele dönemi kaleme alınacaktır.