Sabahları erken kalkıyorum ama bu sabah erkenin de erkeninden uyandım.
Camdan dışarı baktım gece hala zifiri karanlık…
Uyumaya çalıştım.
Iıhhh! Olmuyor, uyuyamıyorum.
İçimde bir huzursuzluk…
Salona geçtim.
Bilgisayarın saati 05,13’ü gösteriyor.
Haberlere göz gezdirdim.
Elektronik postalarımı kontrol ettim..
Olağandışılık yok.
Ama çözemediğim bir iç huzursuzluk var.
…
“Madem uyandım siteye haber gireyim” diye abone olduğumuz ajansı taradım… kayda değer bir şey yok.
Yeniden, gelen elektronik iletilere baktım.
Birini alıp haberleştirdim.
Sonra bir aydır süren diş randevum için Beşevler’deki Mamak Ağız Diş Sağlığı Merkezine gittim.
Beresi “Atatürk” imzalı doktorum son dokunuşları da yaptı ve 09,30’da hastaneden ayrılıp www.antakyagazetesi.com’un Dafne restoran yerleşkesi içindeki tarihi Ankara konağındaki ofise geçtim.
…
Hızlıca bir gündem taraması…
Haber merkezi ile gündeme ilişkin toplantı…
Yapılacaklar… derken öğlen oldu.
…
Öğlen yemeğini biraz spor, biraz da dostlarla gündemi konuşmak amacıyla TBMM’de yemeye karar verdim.
20 dakikalık bir yürüyüş ve öğle yemeğinden sonra dostlarla kahve içtik.
Huzursuzluk sanki içime demiratmış gibi!
Daha fazla kalamadım. Otobüse binip Rusya Büyükelçiliği karşısındaki durakta inip Dafne restoran yerleşkesindeki Tarihi Ankara konağı içindeki büroya geçtim.
Haberler… televizyon… telefon konuşmaları…
Yüreğimdeki sıkıntıya çare değil…
Saat 15.16’yı gösterirken küçüğümün annesinden ağlamaktan konuşamayacak durumda bir telefon;
-Sami, Ezgi çok hasta!
-Nesi var? Ne oldu?
-20’lik dişi çekilmişti üç gün önce. Yüzü şişti. Tekrar doktoruna gitti verdiği ilacı aldı. İki gündür yemek yemiyor, kusuyor, ayağa kalkamıyor!
-Hemen ambulans çağır, geliyorum.
Bilgisayarımı nasıl toplayıp çantama koyduğumu anımsamadığım gibi, Güvenlik Caddesi’nden Gölbaş’ı Örencik’e 20 dakikada nasıl ulaştığımı da bilmiyorum. Evin önüne geldiğimde ambülans gelmiş, ilk müdahale yapılmıştı.
….
Sonra Gölbaşı Devlet Hastanesi acil servisi…
İlk müdahale yapıldı… Kan alındı, hekimlerin tanımıyla “boş serum” takıldı…
Deniz Ezgi sarı alandaki odada, sedyenin üzerinde gözlerini açmadan yatıyor.
Annesi Özlem’in gözleri ağlamaktan şişmiş!
-Hadi sen çık biraz temiz hava al.
İtiraz ediyor.
-Hayır! Uyanır beni göremezse kötü olur.
-Ben burdayım sorun yok .
Gitmiyor kadın.
Sanırım bir saat sonra serum bitti… Ama, Deniz Ezgi’nin yüzü hâlâ sapsarı…
Acil doktoruna soruyorum:
-Kızım gözünü açamıyor, yüzü de sapsarı… Sıkıntı ne?
Doktorun yanıtı gayet bilindik ve empatiden uzak:
-Kan sonuçları çıksın bakalım.
…
Bir buçuk saat sonra kan sonuçları çıktı.
Doktora gösterdim. Gayet iyi olduğunu taburcu olabileceğini söyledi.
Çaresiz müşahade odasına döndüm.
Ama çocuk ayağa kalkamıyor. Başını kaldıramıyor.
Zorunlu olarak sedyeden kaldırıp tekerlekli sandalyeye oturttuk. Hemşire hanım durumu farketti. Tansiyonuna baktı. 9-5.
-İsterseniz doktor hanıma anlatın ona göre hareket edelim.
Gittim anlattım:
-Kızımın tansiyonu 9-5. Başı dönüyor, midesi bulanıyor ve ayakta duramıyor.
Yanıt;
-Tuzlu ayran içirin biraz daha kalsın. Tansiyonu düşer. Sonra götürün!
Sabır çekerek 100 metre ötedeki marketten 1 litre ayran, bir küçük tuz, pipet ve bardak alıp tedaviye başladık!
Küçüğüm, bir bardak ayranı bile içemeden öğürmeye başladı.
Teselli sözleri… içme tavsiyesi ayranı içirdik.
Ve yeniden kendinden geçti…
Tam “iyi geldi galiba” diye düşünürken kustu.
…
Doktor hanıma gidip, “Tuzlu ayran tedavisi”nin sonuçlarını anlattım.
Bu sefer başka bir yönteme karar verdi; ordino kağıdının üzerine okuyamadığım bir şeyler yazdı ve hemşireye vermemi söyledi. Hemşire hanım serum torbasının içine iki iğne yaptı ve serumu taktı.
….
Yaklaşık bir saatlik ikinci serumdan sonra kızım gözlerini açabildi.
Taburcu işlemlerini yaptık.
Ayakta duramayan küçüğümü tekerlekli sandalye ile arabanın yanında annesinin de yardımıyla indirip arka koltuğa yatırdım. Başını annesinin kucağına koydu ve evin önünde koluna girerek koltuğa yatırdık.
…
Saatler sonra gözlerini açtığında söylediği ilk söz “İyiyim. Beni ilk defa mı böyle gördün? Biraz daha uyursam geçer”
…
Ben nöbetteyim!
YORUMLAR