“Ben bir insan,
ben bir Türk şairi Nâzım Hikmet
ben tepeden tırnağa insan
tepeden tırnağa kavga, hasret ve ümitten ibaret…”
Umudun ayrı bir yeri var Nâzım’ın dizelerinde. Umut yaşamaktır çünkü. İnadına yaşamak. Hayatın elinizden kaydığı anlarda bile, kaygan zemine rağmen, inadına yaşamak.
Nâzım’ın şiirinde memleket ve insan sevgisi için yazılanlar dolaysızdır. Çağın çelişkileri, acıları, Nâzım’ın keskin soluğuyla bütünleşmiş ve doğayla bütünleşmiştir. Kalabalıklar içinde yalnızken, kendi içinize çekilme tehlikesi olsa bile, yüreğiniz okyanuslara, fırtınalara kapıldığında o tek liman olan umut, Nâzım’ın olmasa olmazıdır…
“Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından…” diyecek kadar.
Yaşamak önemlidir Nâzım için… Özellikle de cesaret ister. Yaşamak bir ağaçtır çoğu zaman, bir yağmur tanesi. Bir sevgili… İnsandan doğaya yayılan bir ışıktır… Yaşamak, barış özlemidir, işçilerle bir ekmeği paylaşmaktır, yoksulların sesi olmaktır yaşamak.
Nâzım için yaşamak, toplumcu bir gerçekliktir. Dolayısıyla, Türk şiirine lirik toplumcu gerçekçiliği, gerçek çatışkıları, gerçek doğayı, hayatta yaşanan gerçek romantizmi ve buna paralel serbest vezinle şiirde özgürleşmeyi getirmiştir.
“Özgürlük,
bir masum kuştur,
insanın göğüs kafesinde yaşayan…”
“Güneşi İçenlerin Türküsü” (1928), “835 Satır” (1929), “Varan 3” (1930), “1+1=Bir” (1930), “Sesini Kaybeden Şehir” (1931), “Gece Gelen Telgraf” (1932), “Benerci Kendini Niçin Öldürdü?” (1932), “Portreler” (1935), “Taranta Babu’ya Mektuplar” (1935), “Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin Destanı” (1936), “Kurtuluş Savaşı Destanı”, “Saat 21.00-22.00 Şiirleri”, “Memleketimden İnsan Manzaraları I-V“…
Doğasıyla, yarattığı sevgi dolu dizelerle; tarihsel olayların, acının, direnmenin, özlemlerin birbiriyle kaynaştığı koskoca bir evren demektir Nâzım Hikmet.
“Dört Hapisane’den”, “Rubailer”, “Yeni Şiirler”, “İlk Şiirleri”, “Son Şiirleri”; tiyatro eserleri “Kafatası” (1932), “Bir Ölü Evi Yahut Merhumun Hanesi” (1932), “Unutulan Adam” (1934-1935), “Ferhad ile Şirin“, “Enayi”, “İnek” , “Sabahat”, “Ocak Başında – Yolcu”, “Yusuf ile Menofis, “Demokle’nin Kılıcı”
Mektuplar ise: “Kemal Tahir’e Mahpusaneden Mektuplar”, “Oğlum, Canım Evladım, Memedim”, “Vanu’lara Mektuplar”, “Nâzım ile Piraye” Ve daha sayamadıklarımız
“Şiir dehası Nâzım Hikmet, insana kabataslak bakmakla yetinmez, insanı bilgece ele alır, filozofça tartışır.”
“Teşbihim hoşuna gitmeyebilir.
Hele bu günlerde
kendini kafeste arslana benzetiyorsundur.
Haklısın Kemal Tahir,
emin ol ben de öyle,
muhakkak ki arslanız,
şaka etmiyorum
hattâ daha dehşetli bir şey :
insanız…” diye seslenir
Nâzım Hikmet, bireysel duyarlılıkla, toplumu bütünleştirmiştir… Toplumu çeviren bir dişli, bir enerji ve bir rüzgar…
1963’te Vera’ya yazdığı şiirinde ölüme ve aşka bir aradaymış gibi seslenir
“Gelsene dedi bana…
Kalsana dedi bana…
Gülsene dedi bana…
Ölsene dedi bana…
Geldim, kaldım, güldüm, öldüm…”
Dopdolu bir hayatın ulaştığı en haklı ve en sade vedayla…