‘Evet, her birimizin hikayesi farklı, her birimiz başka iklimlerin çocuklarıyız, her birimiz başka hayatlar yaşıyoruz, doğru. Ama içimizdeki ses diyor ki… Biz, birbirimizin yabancısı değiliz…’diye fısıldayan bir Oyun öncesi konuştuk Levent Üzümcü ile. Eldeki Türkiye hikayesi adına… Peki, ne mi dedi?
“Anlatılan Senin Hikayendir” adlı oyunu sahnelemek için geldiği Antakya’da bir araya geldik, Levent Üzümcü ile… Tarihi Antakya’nın taş ve ahşapla şekillenen klasik evlerinin birinin avlusunda, hem oyunu hem Türkiye’yi konuştuk.
Bilmeyenler için ufak bir hatırlatma yapalım… Hatta Oyun’a dair anlatılanı paylaşalım, ki bir gün denk gelirseniz, anlatılan hikayelere kulak kabartın. Niye mi? Denildiği gibi aslında… Bir dost meclisinin anason kokulu coşkusu var bu oyunda. Hayal desek, değil… Gerçek desek, değil… Şarkılar, türküler, insan, kuş, ağaç, kitap, dağ, taş ‘koyun koyuna’ bu oyunda. Ege Denizi’nin sakin, hülyalı, bilge maviliğinde koca yürekli bir destan bu oyun. Memet Dayı, Adriana, Stafili İbrahim, Fenerci Ahmet, Denizci Barış, Niko… Tanıyorsunuz onları. Evet, her birimizin hikayesi farklı, her birimiz başka iklimlerin çocuklarıyız, her birimiz başka hayatlar yaşıyoruz, doğru. Ama içimizdeki ses diyor ki, ‘biz birbirimizin yabancısı değiliz’. Bize insanlığımızı unutturmak isteyenlere inat, güler yüzlü ve umutlu bir başkaldırı bu oyun.
İşte böylesi bir umudun başkaldırısı öncesi konuştuk Sevgili Levent Üzümcü ile. Ama o kırık dökük umudun parçalarını öyle güzel bir araya getirdi ki hepimiz adına, sohbetin sonunda yenilendik adeta ve dedik ki, ‘vazgeçmek yok…’
O halde başlayalım… Biz soralım, niye vazgeçmememiz gerektiğini Levent Üzümcü anlatsın…
-Konuşurken ya da yazarken ‘Haziran eylemleri’ demeye başladık, ki GEZİ, OHAL ile beraber öcü ilan edilen kelimelerin başında geliverdi… Sürecin içinde hep yer almış biri olarak, GEZİ ile başlayan umudun kaçta kaçı kaldı sahi?
Gezi’yi ‘öcü’ ilan edenler, hayata genelde çok materyalist baktıklarından dolayı, Gezi’yi de ona dair süreci de yaşayan bir canlı gibi görüyorlar. Ama ‘Gezi Ruhu’ dediğimiz şey, öyle dokunabildiğiniz bir şey değil. O bir güç… Ortaya çıktığı zamanlar var. Hep olmuştur. O güç, bu halkın içinde hep var olmuştur. Kurtuluş Savaşı da böyle bir şeydir. Hiç ummadığınız bir anda, bu ülkenin insanları bir araya geliverirler ve hiç umulmadık şeyleri de bir anda yapıverirler. Bu bir ruh. Dün de bugün de bu ‘ruhlar’ aynı ruhlar.
O halde o umudu kaybetmemek gerek…
Elbette… Niçin umudu kaybediyoruz ki?
Merak edenler ve soranlar vardır… Gezi ‘öncesi ve sonrası’ diye Levent Üzümcü’yü ayırsak, ne değişti hayatınızda, hayata bakışınızda?
Hiçbir şey değişmedi. Çünkü Gezi direnişinde bizi oraya götüren, söylediğimiz şeyleri söylememize neden olan şey, evet bir ‘sıkışmışlıktı’… Ama bir karakter değişimi asla değildi. Biz, her zaman durduğumuz yerde durduk. Şu da net ki, canı pahasına orada o parkı savunan insanların hepsi, hayatları boyunca durdukları yerden bir adım geriye adım atmış insanlar değillerdi. Bahse konu olan şey, senin içinde var olan enerjidir. O enerjinin ortaya çıkışı ise çok başka bir şeydir.
Politika ile başlamak kimine garip gelebilir belki ama, politik kimliği güçlü bir sanatçısınız ve bunu da saklama gereği asla duymuyorsunuz… Bu durum sizi korkutmuyor mu? Hele ki ‘yandaş’ olanın kalabalığı bu kadar güçlüyken… !
İnsan, para için, inançlarını ve inandığı şeyleri satıyorsa, bunları paraya çeviriyorsa, o insanın hayatında zaten aksaklıklar vardır ve böylesi bir insana sanatçı diyemeyiz. Sanat, toplumun her döneminde ve de her zaman, toplumdaki hurafelerin, yanlışların, yanlış olan her şeyin karşısında durmuştur. Zaten bunların karşısında durabilen bir insan ancak sanatçı olabilir.
Şarkı söyleyen insan ‘şarkıcıdır’…Oynayan insan ‘oyuncudur’…Ama birine ‘sanatçı’ diyorsanız ve o kişi sanatın bir dalıyla ilgileniyorsa, buradaki başarısının temel kaynağı bir ideolojisinin olmasıdır. Hayata, insana ve topluma dair düsturlarının olmasıdır. Aksi takdirde, insan nasıl üretebilir ki?
Toplumdaki hurafelerin, yanlışların ve yanlış olan her şeyin karşısında durmaktan bahsediyoruz ama, duran da ciddi bir kalabalık durmayan da… Peki, iki kalabalık karşılıklı birbirine bakarken, sanatçı kavramına yeni bir tanım mı eklemek gerekiyor?
Aslında buradakini ‘kalabalıklar’ ve ‘karşıtlıklar’ olarak değerlendirmemek lazım. Bizi böyle sorular sormaya iten ve böyle sorulara da cevaplar vermeye iten şey, aslında Türkiye’deki ‘kutuplaştırıcı’ siyaset. Çünkü aklın ve mantığın ‘dur’ dediği ya da aklın ve mantığın asla kabul etmeyeceği bir takım eylemler yapılıyor, siyasetçiler tarafından. Adaletsizlikler yapılıyor. Düzenbazlıklar yapılıyor. Ancak, halkın bir kısmı tarafından sadece ‘siyasi’ gerekçelerle bunlar görmezden geliniyor. Ve o sayı korunduğu zaman, belli bir yüzdenin üzerinde tutulduğu zaman, ‘adalet’ mekanizması, bu beyefendilerin istediği şekilde ilerleyecekmiş gibi algılatılıyor. Böyle bir şey yok! O yüzden, bu beyefendiler, halkı bu kadar kutuplaştırıyor, ‘bilmem neciler’ diye… Bakın, bu referandumdan önce de burada yaşıyorduk, referandumdan sonra da burada yaşamaya devam edeceğiz. Bu referandumdan önce de bir arada yaşıyorduk, referandumdan sonra da bir arada yaşamaya devam edeceğiz. Buradaki önemli soru şu… Halkı bu kadar kutuplaştırarak nereye varmak istiyorlar? Neden kendi taraftarlarını, bir ‘İslam Devrimi’ referandumu şeyine getirmeye çalışıyorlar? Aslına bakarsanız, bu ülkede ‘Türban’ takmayan ve ‘Atatürkçü’ olmayan, ama ‘Türban’ takarak ‘Atatürkçü’ olan insanlar da var. Çok konuşulduğu için bu örneği veriyorum, ki daha milyon tane göründüğü gibi, zannettiğimiz gibi olmayan insan var bu ülkede. Peki, bunu nereye vardırmayı düşünüyorsun? İnsanı; kendi yaşayışlarıyla, sürekli domine ederek, politize ederek, sürekli kutuplaştırarak ne elde etmek istiyorsun? Bizler bir arada yaşayan insanlardık. Bir arada yaşamaya da devam edeceğiz. Sahi, sonra nasıl bakacağız birbirimizin suratına? Biraz iyi düşünmek lazım.
Sahnelediğiniz oyuna gelelim mi ? “Anlatılan Senin Hikâyendir” olana… 3 Hikaye anlatıyorsunuz oyun boyunca ama, onların yanında, ülkenin gündemine de bir parça dokunuyorsunuz… Hatta sahnedeki hayatı dışarısıyla birleştiriyorsunuz… Bu özel bir çaba mı?
Hayır, özel bir çaba değil. Bu metin, çok önce, iki binli yılların başında yazılmış bir metin, ki en başta bunu söylemek isterim. İki binlerde böylesi bir siyasi iklim yokken de bizler bu problemleri yaşıyorduk. Geçenlerde twitter üzerinden bir şey paylaştım, dikkatinizi çekti mi bilmiyorum ama… Günaydın Gazetesi’nden bir manşet! Çernobil faciasından sonra bir takım Bakanların çıkıp da ‘Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir’ lafını etmesi tesadüf değil. Bu siyasetçiler, çoğu böyle yaşamamalarına, dinin vecibelerini yerine getirmemelerine rağmen, dillerinden bu halkın yumuşak karnı olan ‘din’i asla düşürmüyorlar. Aslına bakarsanız, dün de bugün de ‘kafa’ değişmedi, onu söylüyorum… O zamanlar bugünkü Parti yoktu, bir başka Parti vardı. Şu an yok olan, olmayan… İşte o partilerin seçmenleri politize edile edile, kutuplaştırıla kutuplaştırıla bu hale getirildiler. Bana sorarsanız eğer, bence Anayasa’ya eklenmesi gereken en temel madde şu olmalı… ‘Bu ülkede her hangi bir siyasetçinin halka yalan söylemesi suç olmalı.’ Politikacılar, yapamayacakları, yerine getiremeyecekleri seçim vaatlerini insanlara vermemeli. Çünkü yapılan şey halkı kandırmaktır. Böyle bir şey olabilir mi?
Oyuna dair ifade edilen bir şey var… “Büyülü bir masal, acıtan bir gerçek, kıkır kıkır güldüren, ince ince ağlatan, gürül gürül düşündüren bir oyun.” Peki, seyirci tepkisi nedir?
Gelen seyirci, bir kere samimiyetten etkileniyor. Çünkü insanların kafasında seninle ilgili ister istemez bir imaj oluşuyor. Aslında hepimizin kafasında oluşuyor. Hepimizin kafasında, izlediğimiz rolle özdeşleştirdiğimiz karakterlerle ilgili bir takım önyargılar oluşuyor. Ben mesela… Avrupa Yakası dizisinde oynarken, herkes beni çok zengin-sefil bir adamın oğlu olduğumu düşünüyordu. Ama gerçekte, karayollarından işçi emeklisi bir adamın oğluyum. Ama senin dış görünümün etkilidir ya… Eğer eli yüzü düzgün, biraz da uzun boylu biriysen, kesin zenginsindir. Böylesi bir haldeyken, bu ülkede fakir olma ihtimalin yoktur. Hatta dünyada da böyle bir şey vardır. Mesela uzun boylu erkekler kısa boylu erkeklere göre daha fazla para kazanıyor. Mesela, aynı işi yapan erkekler kadınlara göre çok daha fazla para kazanıyor. Anlayacağınız, kafalarımıza işlenen bir estetik görünüm var, olması gerektiğine inanılan, inandırılan bir form… Amerika’da senin bu halinle (esmer) adres sormanla benim bu halimle (beyaz tenli-kumral) adres sormam arasında müthiş bir fark var olması gibi… İşte bu olmasın diye yırtınıyoruz. Her insana, sadece insan olduğu için, sadece var olduğu için, sadece yaşama onuruna sahip olduğu için değer verilmesi gerektiğini söylüyoruz. Dilinden, dininden, renginden, ırkından dolayı yargılanmadığın bir dünyadan bahsediyorum.
Özel tiyatroların ve tiyatrocuların, oyunları ‘devlet sansüründe şekillenen devlet tiyatroları’ bir tarafa, bağımsız kalabilmek için ciddi bir çabası var… Peki, dünden bugüne daha mı iyi, yoksa daha mı kötü ?
Açıkçası, özel tiyatroların o kadar üstüne gelindi ki… Tiyatrolarla çok uğraşıyorlar. Ama bu durum hep böyleydi. Osmanlı’nın son zamanlarında da hep böyleydi. Batı tarzı tiyatro geldikten sonra, o tarzda yapılan oyunları oynatan tiyatro sahneleri yakıldı mesela. Özellikle de ‘istibdat’ döneminde.
Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nin kundaklanma olayı için ne söylemek istersiniz? Özellikle de, Türkiye’de muhalif olan sanata ve sanatçıya yönelik tavrın giderek sertleşen iklimine de değinirsek eğer… Bu bir sonuç mu?
İnsanları bu kadar ajite ederseniz, belli bir isme karşı hedef gösterirseniz ve bunu da ‘yasal’ yollar adı altında bir ‘paçavraya’ yaptırırsanız, sonucu böyle olur. Sonuçta, o ‘paçavrayı’ okuyan bir takım kötü ruhlu kimseler, ellerinde bir teneke benzinle kapısına kadar gider ve orayı yakar… Çünkü orayı ‘şer’ yuvası olarak görüyordur. Orada ne yapıldığı onun umurunda değildir. Zaten o ‘paçavra’ da onun adına oranın ne olduğuna karar vermiştir. O da onun tetikçisidir. Böylelikle de daha güzel bir yarına gideceğimizi düşünüyorlar.
Sevdiğim bir söz var… “Sustukça tarafsız değilsin, susturanların, susmayı dayatanların, senin yerine düşünme kibrinde olanların, kural koyucuların, ortak topu sahiplenip başka hiç kimseyi oynatmayanların tarafındasın…” Sahnedeki seslenişiniz biraz da bu mu diye sorsam, susanlara yönelik mi?
Benim sahnedeki seslenişim susanlara yönelik değil, asla… Çünkü onlar her hangi bir şeyi hak etmiyorlar. Onlar için en ufak bir lafımı bile harcamam… Bu kadar!
Yaşadığınız ülke gündemini sahneden de paylaşıyorsunuz, günlük hayatınızda da, ki sosyal paylaşımlarınız da bu yönde… Peki, bu kadar rahat konuşmak sizi korkutmuyor mu?
Niye korkacaksın ki? Bir tane canım var Allah aşkına…
Peki, ‘hayata dair mücadelem sahneye de yansıyor’ diyebilir miyiz, özellikle de ‘oyun’ tercihlerinizde?
İnsan bir bütündür. Ben, hayata dair mücadelem sahneye yansısın ya da sahnedeki mücadelem hayata yansısın diye yapmıyorum hiçbir şeyi. Ben, bu olduğum için bunu yapıyorum.
Son olarak… Gezi Aileleri için söylemek istediğiniz muhakkak bir şeyler vardır, ki Antakya da bu anlamda ciddi acı biriktirmiş bir kent. Ne söylersiniz?
Bu insanlar çok zor şeyler yaşadılar. Kardeşlerini, evlatlarını toprağa verdiler. Onlara bu acıları yaşatanların, o dediğim adalet olmadıkça ‘adil’ bir ceza görmeleri mümkün değil. Burada, insanların ‘adalet’ duyguları ile oynuyorlar. Bakın, insanların içlerinde bir nokta vardır. Onlara değmeyeceksin. Ama çok kötü değildi o noktalara… Hunharca ve vahşice. Elbette bunların hesabı sorulacak ama, bunu bir kin ya da bir nefretle söylemiyorum. Ama sorulacak! Başka yolu yok. Adalet tecelli edecek. Er ya da geç. Bunu herkes biliyor. İlahi bir adaletten bahsetmiyorum. Gerçek bir adaletten bahsediyorum.
Tamer Yazar