Antik Yunan’da kölelere işkence yapılması değişmez yazgı olarak kabul edilirdi. Kırbaçlamanın dışında, kölelere uygulanan sayısız ceza biçimi zalimce ve insanlık dışıydı. 13. yüzyılın sonlarına yaklaşırken hukuki işkence İtalya’da Sezarların zamanındaki kadar güçlü biçimde yaygınlaştı. Giderek diğer ülkelere yayıldı; 17. yüzyıla gelindiğinde işkenceyi ceza sürecinin zorunlu bir parçası olarak görmeyen Avrupa ülkesi kalmamıştı.
Engizisyon, Roma Katolik Kilisesi tarafından din sapkınlığını bastırmak ve ortadan kaldırmak amacıyla kurulmuş bir mahkeme ya da bu türden bir kürsüydü. İlk Engizisyon 1233’te Toulouse’da kurulmuştu. Hareket hızla yayıldı. Almanya’da, Hollanda’da, İspanya’da, Portekiz’de, Fransa’da kurulan mahkemeler her tür sapkınlığa karşı uyumla ve bilinçli bir keyif alarak savaş verdiler. Bütün engisizyonlarda işleyiş aşağı yukarı aynıydı. Sanık direnmeye ve suçunu inkâr etmeye devam ederse, engizisyoncular daha şiddetli yollara başvuruyorlardı.
Engizisyoncular işkenceyi neredeyse güzel sanatların bir dalına dönüştürdüler ve süreç içinde epeyce psikoloji bilgisine sahip olduklarını gösterdiler. Aynı sonuç, suçlular kadar masumlar için de geçerliydi. Tiksindirici acımasızlıklarıyla engizisyoncular, uygarlık tarihinde eşi benzeri az bulunur bir duyarsızlık derecesine ulaştılar.
Fransız yazar Villiers de L’Isle-Adam, “Umut İşkencesi” adlı öyküsünde İspanya’da yaşanan bir engizisyon dehşetini anlatır. Aragon Yahudisi haham Aser Abarbanel, tefecilikten ve yoksulları acımasızca küçümsemekten sanık olarak bir yılı aşkın süredir her gün işkence görmektedir. Sonu gelmez işkencelerin en korkuncuna bile cesaretle göğüs germiş, inancından dönmeyi reddetmiştir.
Bir gün, Segovya Dominikenlerinin altıncı başrahibi, İspanya’nın üçüncü büyük engizisyoncusu, saygıdeğer Pedro Arbuez d’Espila, peşinde baş işkenceci, önünde engizisyon mahkemesinden iki sadık görevliyle birlikte onu ziyarete gelir. Yerin birkaç kat altında, zincirlerle bağlanmış, boynunda demir bir halka olan, kaç yaşında olduğu artık belirsiz, dalgın, paçavralar içindeki tutsağa şunları söyler:
“Oğlum, sevinin: Nihayet bu dünyadaki sınanışınız sona erecek. Bu akşam huzur içinde dinlenin. Yarın ateşte yanacaksınız: Yani ateşe atılacaksınız, sonsuz Alev’in esinlenmiş koruna…”
Bu söylevden sonra Don Arbuez, tutsağın zincirlerini çözdürür, onu kucakladıktan sonra oradan ayrılır. Ağzı kupkuru, yüzü ıstıraptan şaşkın bir halde, kapıya bakakalan tutuklu birden bire bir umut fikriyle heyecanlanır. Güçlükle ilerler ve kapının açık olduğunu fark eder. Anahtar dışardan çevrilmiş ama kapı tam kapatılmadığı için paslı kilit dili yuvasına girmemiştir. Sürünerek işkence odasından çıkar. Zorlukla tırmandığı taş basamaklardan sonra, uçsuz bucaksız bir koridora ulaşır.
Koridorun uzaktaki bitimi kapkaranlıktır. Bu engin açıklıkta tek bir kapı yoktur. Duvar oyuklarındaki çapraz demir parmaklıklı hava deliklerinden sızan cılız bir ışığa, korkutucu bir sessizlik eşlik etmektedir. Yine de orada, bu sislerin derinliklerinde özgürlüğe açılan bir çıkış olabilir. Bu onun için son umuttur. Yüzükoyun sürünerek ağır ağır ilerler. Ele geçerse işkencelerin artacağı korkusuyla hücresine geri dönmeyi düşünse de bundan vazgeçer. Bir mucize gerçekleşmiştir. Kurtuluş olduğunu hayal ettiği hedefe doğru acele etmelidir. Gözlerini karanlığa dikmiş, oraya, kurtarıcı bir çıkışın olması gerektiği yere bakarak durmadan ilerler. Birden, yerdeki taşlara dayadığı ellerinde bir soğukluk hisseder; bu soğukluk, iki duvarın gelip dayandığı bir kapının ardından sızan güçlü hava akımından gelmektedir. Kapıyı uzun uzun inceledikten sonra, açar. “Aleluya!…” diye mırıldanarak iç çeker. Tanrı’ya şükürler eder; eşikte ayaktadır, önünde uzanan manzaraya sevinçle bakar.
Kapı yalnız yıldızlı bir gecenin altındaki bahçelere değil, ilkbahara, özgürlüğe, yaşama da açılmıştır. Limon ağaçlarının altında tüm gece koşar. Dağlara bir ulaşsa kurtulacaktır. Kutsal, temiz havayı ciğerlerine çeker; rüzgâr onu canlandırır, ciğerlerini diriltir. Ona merhamet göstermiş olan Tanrı’ya hamt etmek için kollarını açar, gözlerini göğe diker. Ama birden kendi görüntüsünün yanında uzun bir görüntü belirir. Bakışlarını güvenle bu görüntüye çevirir çevirmez soluğu kesilir, çılgına döner, bakışları donuk tir tir titremeye başlar. Yanakları şişer ve korkudan ağzı açık kalır.
Karşısındaki kişi, Büyük Engizisyoncu, saygıdeğer Pedro Arbuez d’Espila’dır. Uğursuz gecenin tüm evrelerinin önceden tasarlanmış bir oyundan, umut işkencesinden başka bir şey olmadığını dokunaklı, sitemkâr bir sesle ve üzgün üzgün bakarak tutsağın kulağına fısıldamasıyla öykü sona erer.
Umut işkencesi, açık anlamı binlerce yolla gizlenmiş ve örtülmüş olsa da, bugün de geçerli bir araç olmayı sürdürüyor. Ama modern çağın umut işkencecileri önceden tasarladıkları oyunları insanların kulağına fısıldamıyor, bağıra bağıra yüzlerine karşı söylüyor…
Orhan Tüleylioğlu