“İnsanlığın özlediği farklı bir şey,
farklı bir zaman,
farklı bir yol,
farklı bir yer…” diye duygularımıza seslenir Blaga DİMİTROVA
Geçmişe, geleceğe ve hatta hiç beklemediğiniz bir anda sizi yeniden sınayacak kırılmalara seslenir bir bakıma… Bir sohbet ve onca zaman dudaklarda olmayan harfleri yakalayan bir heyecan…
Teknolojinin yarattığı hiçbir bir hıza benzemiyor bu canlılık. Mouse işaretçisinin beğen butonunu tıklayan sese benzemiyor… Sanal dünyanın atıp tutan öfkesine benzemiyor. Savaş tacirlerinin yok eden hırsına benzemiyor. Doğaya daha yakın, daha sıcak, daha insan.
Sizi klavyenin o esrik tuşlarına hapsetmeyecek kadar insan…
Sanal dünyanın karmaşasıyla bireysel yığınlara dönüşeli epey zaman olmuş… Bireyin birey olamadığı, toplumun kötücül bir koroya dönüştürüldüğü gürültülü bir yalnızlık… Hayatın kanıksanan şiddeti biraz da bundan… Blok halinde beğen butonuna koşturalı ya da blok halinde kınamaların kaydığı zaman tünelleri…
Geçmiş ne ki yaşananların avuçlarında?
Dimitrova’nın dediği gibi “Her şey keşfedilse, denense ve ölçülse, bütün evren dönse…” geçmiş geçmişiyle kalsa yani. Geçmiş geleceğimizle…
Geçmişe özlemin, insancıl bilincinden taşan o sıcaklığa dokunmalı belki de… O canlılık, o ahenk, doğayla bütünleşmekten başka kaygısı olamayan o basit dünyaya…
Yaşam, hızla tüketilen bir seyir değildi çünkü…
İnsanlar, komşu evlerin giriş kapsında sonlanan sokakların yabancısı değildi… Açılacak bir kapının kapanacağı korkusunu yaşamıyordu belki…
Sizden yahut bizden kavramını henüz işitmemiş zihinler.
Sırf bu yüzden olsa gerek, körebenin kimin evinde sonlanacağı kaygısını taşımıyordu çocuklar
Şam tatlısını sokak sokak gezdirip evine ekmek götürme kaygısı olan Durmuş Amcanın bizimle aynı şeylere inanmasını beklemiyorduk örneğin… Mari Teyze’nin dut pekmezini tadarken de öyle. Mehmet Amcanın öykülerini dinlerken de…
Ama ne yazık ki, bugün Ortadoğu dâhil, dünyanın büyük bir bölümü kötücül düşlerle büyüyen savaş baronlarının etkisinde…
Ne çizgisi kaldı filmlerin ne Tom’u Ne Jeryy’si… Sanal dünyanın hızı, gerçek savaşların dehşet görüntüleriyle sarsılıyor… Beğen butonlarıyla savaşan kocaman kitlelerin senin savaşın benim savaşım diye ayırdığı teknolojik ölümler…
Ortaklaşa yaşamı savunanların sayısı gün geçtikçe azalıyor… Coğrafyanın hemen her yanında ya ölüm, ya göç, ya da yoksulluk düşüyor çocukların payına… Televizyonlar savaş uzmanlarından geçilmiyor… Kendini yenmeyi beceremeyenlerin yarattığı savaş naralarıyla büyüyor tüm yoksullar…
“Kalabalıklarda insan kayboluyor
bataklıkta bir köpükçük sanki…” diye fısıldıyor Dimitrova
Savaşların insanlığa yarayacağını düşünmek ve sonu gelmeyen kitle iletişim araçlarıyla, toplum üzerinden dünyayı kalıplara dönüştürmek birey aklının barışla uyumlu sürecini, olumsuz bir yöne sarkıtmaktan başka neye yarar?
Oysa doğa ve canlılık hiçbir boşluğu kabul etmez… Kendine kimim sorusunu dahi sormayan bireyleri hiç kabul etmez… Kuşkuyu sevmez, karamsarlığı hiç… Hatırlanmak ister, hatırlatmak… Yaşamın bir kırılganlık anı olduğunu bilir. Bir gölgenin rüyası gibi, bütün renkleri değiştiren sıcak bir mevsim gibi…
“Ben sevmek için doğmuşum, Sevmek ve sevilmek için…” diye yüreğimize seslenir Blaga DİMİTROVA.