Geride kalan İstanbul’u ise boğaza…
Antakya’ya uzanan yaşamı 25 seneyi doldurmuş olsa da, daha fazlası İstanbul’un Samatya semtinde birikmiş… Ama o ne geriye bakmış ne de ona seslenen anıların davetine katılmış… Çünkü yaşam, onun için Antakya ile yeniden başlamış ve devam ettiği sürece de o yaşam onun en büyük aşkı olmuş… Peki, finalde ne mi yapmış?
…İnsan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o ‘zamanlı’ oluyor daha çok. Memleketi o ‘zaman’ oluyor. Doğduğumuz, büyüdüğümüz şehirdeki bütün değişimleri hüzünle kaydetmemizin nedeni bu. Hüzünlenmek için illa somut bir yıkıma da gerek yok. “Eskiden bu okulun kapısı paslıydı, ne güzeldi” diye üzüldüğüm de oldu mesela… Konu doğduğumuz yerin mazisi olunca, asla vazgeçemeyeceğimiz takıntılar var çünkü… Renkler var, sesler var, kokular var, binlerce ıvır zıvır var. Sonsuza kadar yitirilmiş anlar var. İnsan, zamanını durdurmak istediği yere aittir o yüzden…
Sizin zamanı durdurmak istediğiniz bir yer var mı bilmiyorum ama, Yazar ve Senarist Emrah Serbes, hepimiz için o zamanı durdurmuş gibi! En azından ‘durdurmak’ için bir sebep vermiş gibi! İşte o sebeplerini bulmuş biri ile konuştuk sizin için. Aslında, zaman denen şeyi kendisi için Antakya’da durdurmuş ve avuçları arasında tuttuğu yaşamın kanatlarını bu kentin gökyüzüne özgürce salmış biriyle…
Evet, İstanbul’un Samatya’sından Antakya’nın dar sokaklı doğu yakasına uzanan hikayesi ile Betül Candaş anlattı, bizler not aldık. Geriye baktığında özlenmeyen bir İstanbul’a inat, aşık olunan eski Roma kentine bağlılığını kaydettik.
Başlayalım mı?
1992 Haziran’ından beri… Yani 25 sene. Dilek olay, değil mi? Bir ömür… Bunca zaman sonra ‘Artık ben de bir Antakyalıyım’ diyor muyum? Evet, diyorum. Demeliyim de. Çünkü burayı seviyorum, önemsiyorum, özümsüyorum. Öyle ki, kısa ya da uzun mesafeli bir yerlere gidince, buraya yeniden dönme isteği o kadar güçlü ki, anlatamam…
Buraya ilk geldiğimiz zamanları hatırlıyorum da… Ama dün ve bugün arasında o kadar fark var ki… Özellikle de insan ilişkileri adına! Bugünün Antakya’sına baktığım zaman, bana bir tiyatro sahnesini hatırlatıyor o ilişkiler. Dün kadar gerçekçi değil. Belki de dünün paylaşımları daha doluydu ve daha derin. Mesela komşuluk… En basit örnek, ama o da bitti. Bunun örneklerini çok fazla yaşıyorum. Buna rağmen, bu kenti çok seviyorum. Öyle ki, bugün bana ‘doğduğum kente, İstanbul’a dönmek için bir fırsat verilse’, gitmem, gidemem. Buraları bırakıp da İstanbul’a dönmem, dönemem. İçinde yaşadığım bu taş evi, bu kentin bu sokaklarını bırakamam.
Peki, Antakya hikayesinin başlangıcı nedir?
Rahmetli Annem sebebiyle Antakya’ya çok gelip giderdik. O zamanlar, hatırlıyorum da, yeni hamamın sokağında rahmetli teyzemin avlulu bir evi vardı. O evi çok severdim, huzur bulurdum, hatta orada olduğum zamanlar dışarı çıkmak istemezdim. Ondan sonraki yıllarda hep tek bir şey diledim, ama tüm yüreğimle… ‘Rabbim’ dedim. ‘Eğer bir gün, mümkünse, bana böyle bir ev nasip et. Ama bu ev, bir Cami ve bir Kilisenin ortasında olsun.’
Ve bugün böylesi bir evde yaşıyorsunuz. Hissettirdiği şey nedir?
Kendimi çok şanslı hissediyorum. 2005 Haziran’ından beri, yani burada yaşamaya başladığımdan beri, hissettiğim şey çokça bu. Aslında bulunduğum bu noktayı kutsal bir yer olarak nitelendiriyorum. Bunu sadece ben söylemiyorum. Evime gelen misafirlerim de benzer şeyler söyler. ‘Senin evinde bir başkalık var’ der. Mesela bu kapıdan çıktığım an, yaşama ekli zorluklar ve mücadele var belki ama, içeriye girdiğim andan itibaren de dışarıda yaşanan tüm o karmaşa bitiyor.
Ama etrafımda yaşanan bazı şeyler rahatsız etmiyor değil. Mesela hemen yan çaprazımda olan bir evden bahsedeyim. İlk kapısından içeriye girip ilerlediğinizde, sizi 3 kapı daha karşılıyor. Eskiden çok büyük bir evmiş. Ama zaman içinde avlusuna eklenen duvarlarla bu ev bölünmüş. Vakıflar da evi bu süreç içinde kiraya vermiş. Hatta kısa zamana kadar burada aileler yaşıyordu. Bir süre sonra bu insanlar taşındı. Tabi niye taşındıkları konusunu araştırmadım, ama sonrasında rahatsız oldum. Çünkü ‘merhaba’ diyordum ben bu insanlara ve şimdi yoklar. Sonradan öğrendim ki, başka bir kurum bu evi Vakıflar’dan almış. Ardından olan mı? Bahçeyi, avluyu adeta talan ettiler. Ağaçları talan ettiler. Yok edilen şey aslında bu kentin değerleri… Ama ne yazık ki buna benzer örnekler ve yok edişler bitmiyor. Bu kente yazık ediliyor.
Uzun bir dönem Antakya Medeniyetler Korosu içinde yer aldınız. Sizce, kurulduğu günkü güçlü mesajı devam ediyor mu?
Gönüllü yapılan bir şey, her şeyden önce çok anlamlıdır. Çünkü orada çok ciddi bir emek vardır. Buradaki misyon neydi? İnsanlara imkansız olanı göstermekti ya da bu kent adına oluşan/oluşturulan ön yargıları kırmaktı. Bence güzel başladı, güzel de devam ediyordur… Ben yaklaşık 8 yıl Koro içinde yer aldım. Benim için güzel bir tecrübe oldu diyebilirim. Çünkü hayatım içerisinde müzik çok önemli bir yer tutuyor.
Peki, Koro, ‘Ezan-Çan-Hazzan’ denilen noktada mı? Hala orada mı?
Dürüst bir yanıt vereyim mi? Sanmıyorum. Artık değil. Aslında farklı bir boyutta. İşin içinde yine müzik var. Bu açıdan bakmak gerek belki de… İnsanlar orada bir emek veriyorlar. Hakikaten yolları açık olsun. Evet, bazı ayrıntılara ya da kişilere öfkeli olabilirim, ki öfkemi de zamanında çok net bir şekilde belirttim. Ancak bu konuda vicdanım çok rahat. Çünkü Koro’da olduğum süre içinde iyi bir şeyler yaptığıma inanıyorum. Yanlış şeyler yapmadığıma inanıyorum. Koro içinde insanları ‘ötekileştirmediğime’ inanıyorum. Gruplaşmadığıma inanıyorum. Aslına bakarsanız, asıl bunlar bana ters geldi. Uzaklaşmamın sebeplerinden bazıları bunlardı. Zira bir grup içerisinde gruplaşmak mantıksız. Dışlamak, dışlanmak, bunlar üzücü şeyler. Bunları son dönem yaşadım. Sesli ya da sessiz tepki vermek istedim. Verdim de. İşte o zaman gerçekten de dışlandım, ama… Haklıydım. Yine tek bir şey söylüyorum. Yolları açık olsun…
Alnınızda, İngilizce olarak ‘İman, Umut, Sevgi’ yazıyor… Size bakan birinin sizde fark ettiği ilk şey sanırım ‘dövmeleriniz’… Kaç tane olduğunu merak ettim. Ama asıl olarak, misyonlarını…
Kendi yansımamı aynada gördüğüm vakit, bundan keyif alıyorum. Bu beni mutlu ediyor. Bu asla dışarıya kendimi anlatma çabası değil. Böyle bir çabam asla olmadı, bunu açık bir dille ifade etmek istiyorum. Aslında ne var biliyor musunuz? İnsanlar birbirlerini yürekleri ile sevip beğensinler, dış görünüşleri ile değil. Saç şekliyle, giyim tercihiyle ya da dövmeleriyle değil. Ben mi? Böyle mutluyum. Peki, kaç tane oldu? Her halde 30’a yakın olmuştur. Bundan sonrası olur mu diye sorarsanız eğer… Hiç belli olmaz! Ama hiç birinden de pişman değilim.
Tanıdığınız ya da çevrenizde şahit olduğunuz kanser hastalarının belki de en büyük kayıpları olan saçları noktasında empati yapanlardan birisiniz ve bunun için de saçınızı ara ara kazıtıyorsunuz. Bu durumu bilmeyenler için biraz anlatır mısınız?
Bunun kararını birkaç yıldır verdim ve uygulamaya da devam ediyorum. Şöyle ki… Direkt olarak tanıdığım ya da dolaylı olarak duyduğum, beni tanıyan ya da tanımayan kişiler için, kansere yakalanan ve tedavi görenler için bunu yapıyorum. Çünkü onlar kısmen ya da tamamen saçlarını kaybedebiliyorlar. Onlara bir nebze yakınlaşma, bir nebze destek verme adına bunu yapmaya karar verdim aslında. Hatta yakın bir zamanda tanıdığım kanser hastası bir bayan var. Onunla, yaklaşık 2 hafta önce evimin avlusunda sohbet ederken bu durumu ona da anlattım. Anlatırken de, ‘umarım seni bu hareketim nedeniyle rahatsız etmedim’ diye de belirttim. Çünkü hayatı her şeyiyle paylaşmamız lazım. Ben buna yürekten inanıyorum. İşte buna dair konuşurken, gözünden yaş geldi ve çok duygulandığını söyledi. Ve ben de onunla beraber birkaç damla gözyaşı döktüm.
Bu tür şeylere çok fazla değer veriyorum ve yaptığım bu şeyden dolayı da çok mutluyum. Aslında ne yapıyorum biliyor musunuz? Gökyüzündeki hazinemi mümkün olduğunca zenginleştirmeye çalışıyorum. Umarım kabul olur.
Son olarak bir şey konuşalım istiyorum… Evinizin hemen birkaç metre ötesinde bir yangın hidrantı var, ama içler acısı bir halde. Tarihi bir Antakya evinde oturan biri olarak, bu durum ne zamandır böyle diye sorsam, ne söylemek istersiniz?
Önemsenmeyen şeyler beni çok üzer. Bilhassa da insan hayatına dair olanlar. Bu tablo, insan hayatının ne kadar önemsendiğini de ortaya koyuyor aslında. Burası kaç senedir bu halde diye soracak olursanız… Abartmayayım ama… Ben bu evde 12 yıldır yaşıyorum. Bu yangın hidrantı eskiden kapalı ve kilitliydi. Ama o haldeyken de çalışıyor muydu bilmiyorum. Ama bu hali, bir 10 yıl diyebilirim. Şu an o yangın hidrantının içinde çöpler var, hatta taşlar, molozlar… Ama hiç kimsenin umurunda bile değil. Ne muhtarın, ne belediyenin… Sahi, kimi nereye şikayet edeceksiniz ki?
-Tamer Yazar-