Yorgun ve Çöp İçinde
1500 yıllık bir tarih emanetinin ilk adımlarında sizi karşılayan ne bir ‘görevli’ var ne de görevini yapan ‘resmi’ bir kimlik! Manastıra ilerlerken size ‘hoş geldin’ diyen tek şey, ağzına kadar dolmuş bir çöp tenekesi! Etrafa saçılmış, sineklenmiş çöp yığınları ve o yığınlar içinde dikkat çeken bira şişeleri…
Hürriyet Gazetesi’nden Gila Benmayor, Antakya üzerine 2016’da kaleme aldığı haberini yazarken, yazısına “Antakya’nın gizli hazinesi: St. Simeon Manastırı” başlığını atmış. Samandağ Aknehir’deki bu görkemli nokta için, “Antakya, aslında gözlerden ırak, turistlerin pek nadiren uğradıkları gizli bir hazineye sahip: St. Simeon Manastırı” diye de ekleyivermiş.
Ara ara eldeki bu hazineyi kontrol eden bizlerin aylar öncesinden haber için uğradığı bu 500 rakımlı tepe, bu coğrafya için çok değerli. Eldekilerin hikayesinde fısıldadıkları adına özellikle de! O yüzden, hafta sonu yine bu tepenin zirvesinde, 1500 yaşına yeni yıllar eklemenin yorgunluğunda bekleyişini sürdüren manastırın kalıntıları arasında ilerledik. İlerlerken de, 2017 senesinin Mart ayında kamuoyu ile paylaştığımız yanlışların ne kadarı ‘telafi’ edilmiş, merak ettik. Ancak aradan geçen 7 ayda hiçbir şeyin değişmediğini izlerken, bu kent adına ‘ayağa kalkıp’ da konuşan kent idarecilerinin aslında bu kent adına konuşmaya hiç de hakkı olmadığını bir kez daha anladık.
O zaman başlayalım mı? Eldekine… Kalana!
-SESSİZ BİR HOŞGELDİN!-
Ulaşım oldukça zor. Saint Simon Manastırı’na gitmek için ne yazık ki özel bir aracınız olması gerekiyor, ki bu noktaya gelen her hangi bir toplu taşım aracı yok. Ancak ulaştığınız andaki görselliğin sizi büyülediği her saniye, buraya gelirken ki yorgunluğunuzu her zerresine kadar temizliyor. Niye mi? Manastır, tüm coğrafyayı ayakları altına almış bir gökyüzü krallığı gibi… O yüzden de heyecanla arabadan iniyor ve adımlarınızı hızlandırıyorsunuz. Çünkü görmek istediğiniz çok şey var. Hayal edip de bulmak istedikleriniz var.
Normal şartlarda, bu tür yerlere ulaştığınızda sizi ‘uyaran’ ya da ‘yönlendiren’ görevliler olur. Ancak burada kimse yok! Aslında var, ama yok! Gelenle ya da gidenle ilgilenmiyorlar. Zaten içeride olan biteni izlerken, neden bu durumda olduğumuzun fotoğrafını da bu şekilde gelen herkese veriyorlar.
Evet… Bu sessiz ‘hoşgeldin’in ardından, ilerliyoruz. Bizi bekleyenlere, ki yaklaşık 7 ay önce gelmiştik buraya. Yeniden buradayız! Değişimi, değiştirileni, korunanı, korunabileni görmeye…
-ÇÖPLER, HERYERDE!-
Girişteki bu ‘aldırmaz’ resmi (!) algıyı geride bırakıp, ilerliyoruz. Adımlarımız, manastır alanına yaklaşırken hızlanıyor hızlanmasına da, bir anda duruyoruz! Burası, kalıntıların başladığı zirvenin başlangıç noktası. 1500 yıllık yapının ayakta kalmış kalın duvarlarının olduğu giriş noktası. Üzerinde mi? ‘Türkçe’ karalamalar var! Sprey boyalarla yazılmış yazılar. 7 ay önce de buradaydılar. Yine buradalar! Ama onlardan önce dikkatinizi çeken başka bir şey var! Bir çöp bidonu! Ağzına kadar dolu! Hatta etrafına da bir o kadar çöp atılmış durumda. Ne ararsanız var… Bira şişelerinden yiyecek poşetlerine kadar! Piknik alanı gibi! Bu çöplerin ne zamandır orada olduğu ve daha ne kadar bu şekilde bırakıldığı bilinmiyor. Ama ziyaretin en yoğun olabileceği bir zaman diliminde bunların olması, eldekinin sahipsizliğine en ‘resmisinden’ bir imza atıyor. Ne dersiniz!
-ZİYARETÇİLER!-
Aradan geçen 7 aylık dilimde haberimize konu olan ‘eleştiri’ noktalarında hiçbir azalma olmamış. Manastırın duvarlarındaki yazılar duruyor mesela… Anlaşılan o ki, gözümüz gibi korumuşuz onları! Ardından, alana karışık şekilde yayılmış olan ve yürümenizi zorlaştıran devasa taşların aralarına sıkıştırılmış çöpler karşılıyor sizi. Ve tabi bira şişeleri de! Her hangi bir güvenlik ya da görevli olmadığı için, buraya gelenler oldukça rahat hareket ediyor olmalı… Haklısınız, buna dair şahitliğimiz bizi de şaşırttı. Çünkü bir manastır kalıntısının üzerinde sofra kurabilecek kadar ileriye giden, gidebilen bir grubun yemek faslına dahi denk geldik. Biz fotoğraflarken, kendi aralarında ‘televizyona mı çıkacağız’ diyerek şakalaşmalarının rahatlığında şaşkınlığımız daha da arttı.Ama burası ‘Türkiye’ deyiverdik… Peki, ‘burası Türkiye diye diye bitirdiklerimiz yetmedi mi?’diye de sorsak mı?
-DÜZENLESEK Mİ?-
Ne İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ne de Müze Müdürlüğü tarafından uzun zamandır ‘uğranılmayan’ bir nokta gibi duran Saint Simon Manastırı için en ciddi eleştirilerden biri, 500 rakımlı tepenin zirvesinde oldukça geniş alana yayılmış kalıntıların karmaşası… Çünkü gelenler için Manastır alanında yürümek ve istenilen bir noktadan diğerine ulaşmak oldukça zor. Zira devasa taşların 1500 yıllık süreç içinde yaşadığı depremler ve doğa olayları ile dağılan halleri oldukça düzensiz bir hat oluşturmuş durumda. Bu ise gelenlerin eldeki ‘dün’ içinde ilerlemesini zorlaştırıyor. Beklenen ve istenen mi? Manastırın bu ‘dağılmış’ halinin düzeltilmesi. Hatta alanın ‘ona ait olmayanlardan’ temizlenmesi. Hak ettiği değerin bir an önce verilmesi. Zor mu? Ya da imkansız mı? Olmamalı!
-7 AY VE SONUÇ!-
Mart ayında sıraladığımız sorunların benzerlerini ve hatta daha fazlasını 7 ay sonra yeniden sıralıyorsak eğer, sorumlu kurumlar adına ne demeli ya da onlar için ne konuşmalıyız? Sahi, işleri ve sorumluluk alanları ‘dünü’ korumak ise, sonuç niye tam tersi? Peki, bu başarısızlığın faturası kime ya da neye, hangi kuruma kesilecek?
-HER KAREDELER!
500 rakımlı tepede durup fotoğrafladığınız her kareye giren rüzgar gülleri mi? Sadece bizim değil, ama burası için 2016’da haber yapmış Hürriyet Gazetesi’nden Gila Benmayor’un da şikayet listesinde, ki haberinin finalinde bakın ne demiş?
“Aziz Simeon Manastırı’nın kalıntıları arasında örme şeklinde harika sütun başlıkları, üzerinde haç işaretleri olan duvar taşları, üzerleri toprakla örtülmüş mozaikler, su sarnıçları var. Yüzyıllara meydan okumuş bu çok değerli kalıntıların beş yüz metre ötesinde ise inanılmaz bir manzara karşınızda: Rüzgârgülleri. Manastır kalıntılarında çektiğiniz her fotoğraf karesine giriyorlar. Sözü bu fantastik görüntüyle ilgili bir makale yazmış olan Nezih Başgelen’e bırakıyorum; Samandağ’da çok daha uygun alanlar dururken, Doğu Akdeniz’in tarihi ve turizmi için çok önemli bir manastır kompleksinin tepesine rüzgâr türbinleri dikme hoyratlığını anlamak mümkün değil.”
-KONUŞALIM MI?-
Gila Benmayor da haklı, Nezih Başgelen de, ama biz de! Peki, haksız olanlar ‘ayağa kalksınlar’ mı? Kalksınlar ve konuşsunlar mı? Konuşsunlar ve anlatsınlar mı? Anlatsınlar ve anlamamızı sağlasınlar mı? Çünkü bizler, bu 7 aylık süreçte yapılan ‘hiçbir şeyi’ anlamadık! Hele ki bu yapılmayanların rahatlığında duranların ‘rahatlığını’ hiç anlamadık! Siz anladınız mı?
-Tamer Yazar-