Yaşlı bir insanın ölümünün, yakınlarını, sevenlerini üzmesi kadar doğal bir şey olamaz. Yaşlının kronik herhangi bir hastalığı varsa, ölüm beklenen bir ölümse, acı nispeten daha hafiftir. Yakınlar ve sevenler en azından hazırlıklıdırlar. İnsanları en çok yıkan; gençlerin ve çocukların ölümüdür. Hele bir de beklenmeyen, ani bir ölümse… Burada insana en çok acı veren, yıkan; vedalaşma dahi yapılamaması… Ölümleri bu şekilde kategorize etmek, hoş olmasa gerek ama yalan da değil hani.
Hekimlik mesleğini icra ederken; hastaların yaşına, cinsiyetine, dinine, ırkına, milletine, etnik yapısına bakmadan yaklaşırız. Doğal, normal, vicdani ve insani olan da budur. Zaten bu şekilde yaklaşmayacak bir hekim varsa, bu mesleği hiç yapmasın. Diplomasını aldıysa, daha doğrusu verildiyse; yırtsın, atsın, yaksın.
Giriş paragrafında söz ettiğim gibi hasta yakınlarının, yaşlı ölümlerinde acılarının daha az ve daha olgun olduğu gerçeğini görmüş, gözlemlemişimdir. Belki de bu yaklaşımdan olacak, hastalara olan mesafem herkese eşit olduğu halde, hasta yaşlıysa, hasta yakınları gibi ben de daha rahatımdır. Bu durum, yaşlı hastanın tedavisinin eksik veya yetersiz verildiği veya savsaklandığı anlamına gelmez. Yoğun bakımlarda aylarca yatan yaşlı hastalarımız olmuştur.
On üç-on beş yıl önce servise, 90 yaşlarında bir erkek hasta yatırmıştım. Yatış nedeni ishaldi. Tedaviyle ishali, bir-iki gün içinde düzeldi. Düzelmesine düzeldi ama yapılan diğer tahliller normal değildi. Hastanın ishali düzeldiği halde, gidişat iyi değildi. Tahliller, olası bir kanseri işaret ediyordu. Doksan yaşındaki babaya refakat eden, 70 yaşlarındaki oğlu idi. Neden sadece kendi refakat ediyordu, hiç sormadım. Bu sorunun cevabını, benim dışımdaki hemen herkes biliyordu sanırım. Bu yazıyı bana yazdıran nedenlere gelince: Birincisi, 70 yaşındaki oğlun babasına verdiği bakım, olağanüstüydü. Babasının bezleyip, lüzum halinde altını alan kendisiydi. Aldıktan sonra kolonyalı mendille mahrem bölgesini siliyordu. Daha sonra, vazelin, pudra… Yemeği babasına kendi yediriyor, suyu kendi içiriyordu. Yemekten sonra ağzını siliyordu. Yatak yaraları açılmasın diye sağa sola çeviriyordu. Solunum yolu salgılarının rahat çıkması için sırtına pat pat vuruyor, öksürtüyordu. Bakımı, nasıl yaptığını anlatıp yazıyı uzatmanın anlamı yok. Her hasta ziyaretinden / vizitinden sonra, babası hakkında bilgi veriyordum. Yazının başında söz ettiğim gibi tedavide istenilen cevabı alamıyorduk. Gidişatın iyi olmadığını her gün söylediğim halde, belki de inkâr mekanizmalarının devreye girmesi nedeniyle anlamıyordu. Sonunda bir gün anlayacağı bir dille anlattım. Bu gerçek, bu yazıyı yazdıran ikinci nedendi: “Doktor Bey, yoksa babam ölecek mi; bunu mu demek, istiyorsunuz?!” diyerek, bir elimi iki avcunun arasına almıştı. Uzun uzun yeniden açıkladım. Tanının henüz kesinleşmediğini, eğer bir kanserse –ki kalın barsak kanserine benziyordu– bu yaşta ameliyatın, kemoterapinin, radyoterapinin zor olduğunu, olacağını…
Bu hasta yakını, diğer hasta yakınlarından farklıydı ve babasının kaybı, onu pek sarsacağa benziyordu. Sonunda hastayı daha ileri bir merkeze sevk ettim.
Biri 90, diğeri 70 yaşında iki insandan, baba-oğuldan, iyi bir hayat dersi almıştım. Yaşlı deyip geçmemek gerek. O yaşın gerisinde kim bilir ne tecrübeler, ne yaşanmışlıklar vardır. Özetle; insan hangi yaşta olursa olsun, sıradan gibi görünen insanlardan da ders almaya, bir şeyler öğrenmeye devam ediyor. Boşuna dememişler: “Öğrenmenin yaşı yoktur.”
Dünya Yaşlılar Günü, 1 Ekim 1991’den beri kutlanıyor. Kutlu olsun herkese.
Not: 18-24 Mart tarihleri arası da “Yaşlılar Haftası” olarak kutlanıyor.
YORUMLAR