İsmi “Amik Üniversitesi” Olsun
1970 yıllar…
Konuk Yazar: Jozef Naseh/ Arkeolog
Antakya Ata Koleji, Kırıkhan lisesi, Reyhanlı Lisesi derken, nihayet İskenderun Lisesi’nden mezun oldum. Bu kadar liseyi niye dolaştınız diye sormayın. Uzun hikaye! Biraz da delikanlılık işte! Adam, kanını donduran olaylarla karşılaşınca, geriye deliliği kalır! Benim durumum da ona benzer bir şeydi.
Rahmetli babam; on sekiz yaşına dayanmış, kamçılanan, haksızlığa uğradığını düşünen, bu yüzden sağa sola deli dana gibi fiziki ve sözsel sözlerle sataşan, aynı zamanda düşünsel özgürlük arayışında olan bu haylaz oğlunu sakinleştirmek ve topluma kazandırmak için diğer çocuklarından biraz daha fazla çaba sarf etmişti.
Liseden mezun olduktan sonra beni yanına çağırmıştı. “Ceketimi satsam dahi, seni üniversitede okutacağım” demişti. Bu söz beni çok etkilemiş, babam ceketsiz kalmasın diye, üniversiteyi kazanmak için büyük bir çaba harcamıştım. Sonunda üniversiteye girmeye hak kazanmıştım.
Benim yaştakiler hatırlar… O yıllarda her üniversitenin sınavına ayrı ayrı girerdik. Örneğin ODTÜ’ye girmek isteyenler Ankara’ya gitmek zorunda ve yalnızca o üniversitenin yaptığı sınava girerek, kazanıp kazanmadığını, yine sınava girmiş olduğu üniversitenin ilan ettiği listeden öğrenilirdi. Keza İstanbul’da hangi üniversiteye girmek istiyorsanız, o üniversitenin sınavına giderdiniz. Kısacası o yıllarda merkezi giriş sınavı sitemi yoktu. YÖK gibi kurumlar, hak getire! Üniversiteye girme umudu taşıyan öğrenciler, şakın ‘Evliya Çelebi’ gibi şehir şehir, üniversite üniversite dolaşmak zorundaydı!
Ulaşım mı? O yıllarda ne oto yollar, ne de duble yollar vardı! O dönemin yolarını en güzel Faruk Nafiz Çamlıbel, ‘Han duvarları’ adlı şiirindeki dizelerde dile getirir.
“Asıldı arabamız bir dağın yamacına. Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık, Yalnız arabacının dudağında bir ıslık! Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar, Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar. Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.”
İki arabanın yan yana, denetimli geçtiği, uçsuz bucaksız yalnız yollardı.
Yollarda, konaklama ve dinlenme tesisi anlamında, bu gibi tesisler de yoktu. Su kaynaklarının bulunduğu alanlarda, kasap-kebapçı anlamında, ufak tefek tesisler vardı. Bunların sayısı oldukça azdı. Bu yüzden, yolculuğa çıkarken ailelerimiz bizlere ‘çıkın’ hazırlardı. Ulaşım araçları, motorları önde olan otobüslerdi. Otobüslerde klima ve buna benzer soğutma sistemleri yoktu. Yazın sıcak havalarda, otobüsün bütün pencereleri açılarak serinlik sağlanmaya çalışılırdı. Kışın ise önde ve üstü açık olan motordan otobüsün içini dolaşan bir egzoz borusu vardı. Bu egzoz borusundan çıkan ısı ile ısınma gereksinimi sağlanırdı. Motor, dizel ve üstü açık olduğu için, otobüsün içinde çok gürültü olurdu. Onun için yolculuk sırasında yatarak dinlenme olanağı hiç yoktu. O günlerde, bugünkü gibi çok sayıda akaryakıt istasyonları yoktu. Ancak önemli yerleşim yerlerini birbirine bağlayan kavşaklarda akaryakıt istasyonları bulunurdu. Bunun dışında akaryakıt istasyonu bulmak çok zordu. Bu yüzden kaptanımız, Antakya’dan ayrılırken, otobüsün üstünde veya arka kısmında bulunan güvenli bir yerde, çelikten yapılmış bidonlar içinde yedek yakıt bulundururdu.
Otobüslerde, bugün olduğu gibi çay, kahve, kek, kola, su, kolonya gibi servis hizmeti hiç yoktu! Bunlara gereksinim duyanlar, çıkınlarında bulundurur, ilk konaklama yerinde olanaklar ölçüsünde kullanırlardı.
Okul başlangıç günlerinde yolculuk yapmak isteyen öğrencilerin sayısı çok olduğundan, yer bulamadıkları zaman, koridorlara konan ahşap tabureler üzerinde seyahat etmek zorunda kalırlardı. O zamanın koşullarında, İstanbul’a ancak 28/30 saate ulaşılabiliniyordu. Ankara ise 24 saate yakındı.
Otobüs kaptanlarımız, iri yarı, güçlü ve pazılıydı. Çünkü o zamanlarda hidrolik direksiyon sistemi yoktu! Direksiyona hakim olabilmek için, zinde ve güçlü olmak gerekirdi. Üniformaları var mıydı? Yok canım, ne üniforması! Üzerlerinde bildiğiniz bas bayağı fanila vardı. Kışın da deri cekete benzer, kalınca bir montları bulunurdu. O zamanlar, şimdiki gibi traş köpükleri, beş ağızlı jiletler yoktu. Berberlerde sakal traşı olunurdu. Dolayısıyla, kaptanlarımız traş olmak için çok zaman bulamazlardı ve genellikle saç sakal bir birine karışmış vaziyette hizmet ederlerdi.
O zamanlarda, otogar diye bir yapılandırma da yoktu. Otobüsler, hatırladığım kadarıyla, şimdiki Atatürk Caddesi’nde bulunan, eski adliye binasının tam karşısında olan bir ofisin önünden hareket ederlerdi.
Usum beni yanıltmıyorsa, ilk sınava gidişimde, buradan, Kayseri kökenli olan ‘SEL TURİZM’ firması ile seyahat ettim. Bavulum da, kalın bir kartona benzeyen malzemeden yapılmıştı. Önünde kapatılması zor olan bir kilidi bulunuyordu. Bavul açılmasın diye, çepe çevre çevreleyen iki kemeri vardı. Bazılarımızın bavulları ahşap, bazılarımızın da çuval şeklindeydi.
1970 yıllarda, köklü üniversiteler genellikle büyük kentlerde bulunuyordu. O dönemler Türkiye’nin zorlu yıllarıydı. Öğrenci hareketleri, sağ -sol ayrışması ve siyasi kutuplaşma, toplumsal yaşamı kaosa sürüklüyordu. Yurtta kalmak isteyen öğrenciler, siyasi görüşlerine göre konaklayacakları yurtları seçmek zorundaydı. Öğrenciler, sakıncalı göründükleri için genellikle ev kiralanmazdı. Kiralık ev bulan öğrenciler de, bir evde bazen altı veya yedi kişilik gruplar halinde, sürekli ev sahibinin gözetiminde kalırlardı.
Haberleşme sistemini hiç sormayın. Bazen üç dört ay ailemizle hiç haberleşemezdik. Haberleşmek istediğimizde, İstanbul’da, istiklal Caddesi’nde bulunan postaneye gider, yıldırım talebi ile (o zamanlar en hızlı ve en pahalı iletişim sitemiydi) ailemizle görüşmek isterdik. Ailemizle görüşmek için bazen tam gün, bazen de iki gün beklerdik. Hatta bazen de hiç görüşemeden döner ve talebimizi iptal ederdik. Çünkü İstanbul’daki postane, önce Ankara’da bulunan postaneye, Ankara’daki postane de Adana’ya, Adana’daki postane de Antakya’daki postaneye bağlanarak görüşme sağlanabilirdi. Bunların hepsinin ayni anda bağlanabilmesi çok zor koşullar altında gerçekleşirdi. Bu konuda şanslıysanız, görüşme yapabilirdiniz.
İşte, öğrencilik yıllarımız bu zor koşullar altında geçti.
Bu anlattıklarımı şimdiki üniversite öğrencilerinin kavraması çok zor.
Çünkü nerdeyse her ilde artık bir üniversite var. Öğrencilerin kaldığı yurt veya stüdyo konutlar, otel konforunda. Her öğrencide cep telefonu var. Ulaşımı sağlayan otobüsler nerdeyse uçak konforunda. Yoksulluk koşullarını bir tarafa bırakırsak, sizce, bu koşullar altında eğitim gören bir üniversite öğrencisi, yetmişli yılların öğrenci yaşamını kavrayabilir mi?
Yanıtınızı aldım! Teşekkür ederim.
Sizce, 1970 yılların zor koşuları altında öğrencilik yapan biri, yaşadığı kentte, üniversite kurma amacı ile bir vakıf kurulacağını duyunca ne yapardı? Ben de öyle yaptım! 1992 yılında kurulan Mustafa Kemal Üniversitesi Kurma ve Yaşatma Vakfı’nın kurucu üyesi oldum.
Vakfımızın ilk amacı Üniversite kurmaktı. Bunu gerçekleştirdi. İkinci amacı, üniversiteyi, bilimsel anlamda sürdürülebilir çalışmaları olanakları çerçevesi içinde destekleyerek yaşatmaktı. Bunu 27 yıldır yapıyor. Yapmaya da devam edecek.
1992 yılında umutla başlayan bir düşünce, güvenle yolculuk yapınca, coşku ile yolculuğuna devam eder. Vakfımız kurulurken, bir üniversite kurmayı hedeflemişti. Kurulan üniversite, çeyrek yüz yıl içinde kendi içinden yeni bir üniversite çıkararak büyük başarılar elde etti. Bu, büyük bir başarı. Bu başarıda emeği geçen, başta Üniversite Rektörleri, Vakfımızın kurucu üyeleri ve onların yasal mirasçıları, Vakfımızın üyeleri olmak üzere, memurundan emekçisine kadar bütün çalışanların önünde saygı ile eğiliyorum. Emekleri var olsun. Sanları ve isimleri ile birlikte sonsuza dek hayırla yad edelim.
Bu emeklerin karşılığı olarak, ilimizde, Hatay Mustafa Kemal Üniversitesi ve İskenderun Teknik Üniversitesi olmak üzere iki üniversitemiz oldu. Bu bilim yuvaları, ülkemiz ve ilimiz için yeterli mi? Ben yanıt vereyim…‘Aklın egemenliğinde üretilen bilimin ışığı sonsuzdur…’Bu ışığı aleve dönüştürmemiz gerekir. Bu yüzden, bilimsel anlamda her iki üniversitemizle rekabet edebilecek, yeni bir vakıf üniversitesi kurmanın zamanı geldi, geçti bile!
Vakfımızın 5 Şubat 2019 tarihinde yapılan olağan genel kurul toplantısında dilek ve temenniler görüşülürken, bu düşüncemi dile getirdim. Başta Rektörümüz Sayın Hasan Kaya olmak üzere, Mustafa Kemal Üniversitesi Kurma ve Yaşatma Vakfı’nın değerli üyelerinin büyük bir çoğunluğu, bu görüşümü olumlu olarak benimsedi.
Hataylı sanayici, işadamı ve bilim insanlarının öncülüğünde kurulması düşünülen üniversitenin kuruluş aşaması ile ilgili yapılacak ön çalışmaların Nisan ayının sonunda yapılması umut edilmektedir.
Ne dersiniz? Kiminin duası, kiminin parası, kiminin bilimsel katsısı ile umudumuz gerçeğe dönüşür mü?
Umut, insanlığın gelişimsel sürecine yeni bir bilimsel yol açıyorsa, niye olmasın?
Umudumuza ilk isim önerisi benden; ‘AMİK ÜNİVERSİTESİ’
Haydi sizler de umuda isim önerin!
Çünkü umut ettikçe özgürleşiriz.
Kalın sağlıcakla…
Saygılarımla.