Devletin tüm kurum ve kuruluşlarına alınacak olan personel için tek kriter konulmuştur. O da; alınacak kişinin “bizden biri olup olmadığı” hususudur.
Yani “A’dan Z’ye kadar” her yer için görevlendirileceklerin öncelikle “bizden biri, yani kendi yandaşları olup olmadığı” dır.
Eğer işe alınacak kişi, “kendilerinden biri ise” sorun kalmıyor. Hemen o göreve gelebilmenin tüm koşulları oluşturuluyor.
Devlet memurluğuna girebilmek için öncelikle KPSS yazılı sınavında başarılı olmak gerekir. Bunun için de göreve girmek isteyenler etek dolusu paralar harcayarak dershanelerin yolunu tutuyorlar. Harıl harıl çalışıp, heyecanla KPSS sınavının gününü bekliyorlar. Günü geldiğinde de sınava giriyor ve bu seferde sınav sonuçlarını heyecanla bekliyorlar.
Sınav sonuçları açıklanıpta başarılı olduklarını görenler önce bir sevinç çığlığı atıyor ve sonra bunun kendilerine bir şey kazandırmayacağını, sözlü mülakata gireceklerini, bu mülakatta da başarılı olma zorunluluğunun var olduğunu hatırlıyorlar, yüzleri asılıyor ve kendilerini derin bir düşünce ve hatta üzüntü alıyor.
Zira “mülakatta” başarılı olabilmek için “liyakata” önem verilmediğini, bunun aksine başka kriterler arandığını çevreden öğrendikleri için, kendilerinde o kriterin var olduğunu gösterecek yol ve yöntemler aramaya başlıyorlar.
İşte KPSS’yi kazananları bekleyen “mülakat” engeli.
Mülakatı yapanların anlayışına ters düşen görüş sahiplerinin, bu engeli kolay kolay aşamayacağı uygulamalardan anlaşılmaktadır.
Oysa ki gerek kamu, gerekse özel sektörde bir göreve gelebilmek, bir yere atanabilmek için aranması gereken ilk koşul “liyakattır”. Kişi eğer liyakat sahibi değilse, yani eğitimi, bilgisi, becerisi, tecrübesi ile bu görevi yapabilecek konumda değilse, istediği kadar mülakatta başarılı oldu denilsin, hiçbir şekilde kendisine verilen görevde başarılı olamaz, o görevi hakkı ile yerine getiremez.
İşte bu nedenledir ki batı dünyası, yani çağdaş anlayış sahibi olan ülkeler, çalıştıracakları kişilerde öncelikle “liyakat ve tecrübeyi” ön planda tutmak suretiyle kendilerine bir yol ve yön çizmişlerdir.
Çağdaş dünya, koyduğu bu kurallar doğrultusunda kendisine hedef aldığı yol ve yöntemden en ufak bir sapma yapmadığı içinde, başarıdan başarıya koşabilmekte ve yeni yeni gelişmelere hızla adım atabilmektedir.
Kendilerine çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmayı hedef edinemeyenler, özellikle Ortadoğu ülkeleri “liyakat ve tecrübeyi” ön planda tutmadıkları, aksine “sadece kendilerinden olan ve olmayan ayrımını yapmak suretiyle çalışma yöntemi belirledikleri için” çağdaşlığı bir türlü yakalayamamakta, daima çağın gerisine gitme yolunda zoraki adımlar atmaktadırlar. Öyle ki; bu ülkeler zaman içinde ortaçağ bataklığında çırpınma ve çağdaş ülkelerden yardım istemek suretiyle kendilerinin kurtarılmasını beklemek zorunda kalmaktadırlar.
İşte “çağdaşlık ile çağdışılığı” elde edebilmek için yapılması gerekenler.
İşte çağdaş bir ülke ile çağdışı kalmış ülkelerin içinde bulundukları durum. Uyguladıkları temel felsefe….
Bunlara bakıp gerçeği gördükten sonra, genç Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün bize hedef olarak neden “çağdaş ülkeler düzeyine ulaşmayı” gösterdiğini daha iyi anlıyor ve öğreniyoruz.
Eğer Atatürk’ün gösterdiği yolda çağdaş bir ülke olabilmek için uğraş vermemiz gerekirse “liyakat ve tecrübeye” önem vermek gerekir.
Eğer çağdaş ülkeler arasında yer alabilmek istiyorsak, “ilime ve bilime” gereken önemi vermek, ilim ve bilim adamlarını el üstünde tutmak, onlara her türlü desteği vermek, çalışmalarında her türlü kolaylığı göstermek zorunda olduğumuzu iyice anlamak gerekir.
“Muasır medeniyetler seviyesine” ulaşabilmemiz için, Atatürk’ün kurduğu devlete sahip çıkmamız, onu gözümüz gibi korumamız gerekir. Bilinmelidir ki, bir tek devlet vardır, o da Mustafa Kemal Atatürk ve dava arkadaşları tarafından kurulmuş bulunan “Türkiye Cumhuriyeti Devletidir”. Bunu böylece belleklere iyice yerleştirmek gerekir. “Yeni bir devlet kuruyoruz…” hayalinde olanlar elbette ki hüsrana uğrayacaklardır.
“Yeni bir devlet kurma arayışında olanlar, liyakata da, tecrübeye de, ilime de, bilime de değer vermeyen ve bunları ötelemek suretiyle sadece bizden olanlar ve olmayanlar anlayışı ile hareket etmek isteyenlerdir”.
Bu anlayış sahiplerinin ise kendilerine, fikirlerini yaşama geçirecek zemin bulamayacakları inancındayız. Yeter ki herkes var olan tehlikeyi görsün ve demokrasinin kuralları içerisinde tepkisini göstersin.
Meşhur bir özdeyiş vardır: “ Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir…”
Aksi halde bir şey olmaz diyerek aymazlık içine girenler, tehlikenin oluştuğunu gördüklerinde saçlarını başlarını yolacaklar, ama o vakitte iş işten geçmiş olacaktır.
Bir kez daha hatırlatmak istiyoruz: “Liyakat, tecrübe, ilim ve bilime” değer verildiği takdirde, Atatürk’ün deyimi ile “muasır medeniyetler seviyesine ulaşmamız mümkün olabilecektir…”
nabiinal@hotmail.com