Yaşadığımız büyük yıkımın ardından altı ay geçti.
Bizler için sorgulayıcı ve uzun bir süreç oldu.
Deprem öncesi, toplumsal uzlaşı ile kurguladığımız huzur ve coşku dolu yaşamımızı yeniden kurgulamak için, hepimiz el ele vererek özverili çalışmalar yaptık.
Zor koşullar altında olmamıza rağmen, kimimiz bilgi birikimini ve deneyimlerini, kimimiz zamanını, kimimiz de, ekonomik olanaklarını zorlayarak, çok zor olanı başarmaya çalıştık. Bu konuda katkı veren herkesin emeği var olsun.
Geçirdiğimiz bu zorlu süreç hepimizi yordu ve kırılgan yaptı. Ama buna rağmen hiç umudumuzu yitirmedik.
“Antekyeli” kimliğimizle oluşturduğumuz yaşam kültürümüzü yeniden kurgulamak ve sürdürülebilir yaşamsal sürece dönüştürebilmek için, uzun bir zamana gereksinmemiz var.
Bu zamanı öne çekebilmek için, aklın egemenliğinde ve bilimin yol göstericiliğinde, bilim dünyası, sivil toplum kuruluşları ve bürokrasi ile eşgüdümsel çalışmalar yapmamız lazım.
Düşünü birliği
Depremin, yıkımlarını onarmak amacı ile, düşünce birliği ile oluşturulan çok sayıda çalışmalar yapan sivil toplum örgütleri var. Bazılarının kuruluş aşamasında ben de görev aldım. Ama inanın sayılarını bana sorarsanız, bende bilmiyorum.
Amaca yönelik çalışma yöntemlerimiz, farklı olsa da hepimizin amacı bir!
Yıkımın altından, yıkılmadan çıkmak!
Peki, aynı amaca yönelik çalışmalar yapan bu örgütler bir araya gelebilir mi?
Gelebilir!
Bir olmak için, birlikte çalışabilirler mi?
Çalışabilirler!
Bunu sürdürebilirler mi? İşte burada kuşkuluyum? Neden mi?
Nedeni basit! Düşünü birliği ile kurulan örgütlerin aldığı veya alacağı kararların, yasama ve yürütme erki tarafından denetlenebilir olması.
Bu yöntem, işlevsel olarak bütün demokratik ülkelerde, böyledir.
Toplumsal ortak bilinçte oluşturulan düşünülerin, uygulama ve yaptırım gücü yoksa geriye yalnızca düşünceyi açıklama özgürlüğü kalır.
Bu durumda, düşünceyi uygulamaya taşıyabilmek için, yasama ve denetleme görevini üstlenen politik anlayışla uzlaşma arayışına girmek gerekir.
Bu uzlaşma kolay olur mu? Bundan da kuşkuluyum.
Çünkü politik değerler savusunun dışında oluşan sivil toplum örgütlerin işlevsel görevi, politik düşünceyi belirlemek veya baskılamak değil, politik oluşuma önermelerde bulunmaktır.
Politik düşünceyi oluşturma görevi, yasal olarak siyasi partilere ve o amaçla çalışan sivil oluşumların görevdir.
Bu görevi yeterince yapıyorlar mı? Yanıtını ben vermeyim. Siz verin! Çünkü amacım politika yapmak değil, önümüzdeki engelleri aşabilmek için önermelerde bulunmaktır.
Hatay Sivil ve Sosyal Platformlar Birliği
Geçen hafta, Ankara Kent Konseyi’nin konukseverliğinde, Hatay Sivil ve Sosyal Platformlar Birliği tarafından düzenlenen “Cumhuriyetin 100. Yılında Deprem ve Hatay” konulu bir çalıştay vardı.
Çalıştayda değerli bilim insanları hocalarımız, her biri kendi yetkin alanlarında çalışmalar yapan araştırmacılar, sanayi ve ticaret odaları temsilcileri, meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin temsilcisi ve gözlemcileri vardı.
Görüş, düşünce ve bilimsel araştırmalarını kamuoyu ile paylaştılar.
Kim mi yoktu? Politikacılar! Bunu, sivil toplum örgütlerinin bir kazanımı olarak görüyorum. Çünkü bu çalıştayın gerçek amacı, sosyal, kültürel ve ekonomik sorunları, bilimin ışığında, bilimsel verilerle tespit etmek ve sonuçlarını toplumsal bilinçle paylaşarak depremin yıkıcı etkisinin çözüm yollarını önermekti.
Engellerim nedeni ile bu çalıştaya katılamadım. Olanaklarım doğrultusunda, çalıştaya katkı veren ve katılım sağlayan birçok bilim insanı, araştırmacı ve önermelerde bulunan sivil toplu temsilcileri ile telefonla görüştüm.
Bu görüşmelerden, sivil toplum örgütlerinin, siyasi otoritenin, yönetsel kadrolarıyla, uzlaşı yolu ile ortak işbirliği yapma isteğinin izlemini edindim. Umarım bu istek geri çevrilmez!
Önümüzde yerel seçimler var. Bu istek, geri çevrilirse, sivil toplum örgütlerinin siyasallaşma sürecine girme olasılığını artırır. Bu da depremin yaralarını sarmak için zaman kaybı demektir.
Bir başkadır benim memleketim…
Bu topraklarda insanlığın var oluş sürecinden bu güne kadar, insan düşünü ve emeği ile üretilen sosyal ve kültürel birikimlerin çok büyük bir kısmını kaybettik. Bunları, yeni yaşam kültürümüze kazandırabilir miyiz? Çok umutlu değilim. Çünkü Onları üreten İnsanlar, ya beyaz atlara binip gittiler ya da bu topraklardan ayrılmak zorunda kaldılar. Kaybettiğimiz şey maddi kültürden çok manevi kültürümüzdür.
Manevi kültürümüzün, en önemli bağı, Antakyalı kimliğimizle oluşturduğumuz hemşerilik duygumuzdur.
“Hemşerim” dediğim zaman; ayni kültürel çember içinde yaşayan; birlikte ürettiğiniz; sosyal, kültürel, inançsal ve mitolojik değerler bütününün; toplumsal uzlaşı ile kurguladığınız kimlikten söz ediyorum.
Bu kurgulamanın merkezinde sevgi yer alır. Sevginin özünde de; kardeşçe yaşam ve paylaşım vardır.
Sözünü ettiğim sevgi “karşılık ve çıkar beklemeden” can-ı gönülden sevmektir. Onurla “Antekyeliyim” derken, bir olmak için birlikten söz ediyorum.
Hepimiz neleri kaybettiğimizi biliyoruz!
Canımızı yakan, canlarımızı alan; yıkıcı ve onarılması güç bir deprem felaketinin ardından neler kaybettiğimizi hepimiz biliyoruz. Kent belleğimiz yıkıma uğradı. Demografik, etnografik ve ekonomik yapının değişiminden kuşkuluyuz? Arkeolojik sit alanlarımızın, tarihi kent dokumuzun ve onu besleyen mimari estetiğimizin geri dönüşü olmayan bir sürece girmesinden kuşkuluyuz. Kenti besleyen tarım alanlarının ve su kaynaklarımızın, sağlıklı yaşam sürecimizi kesintiye uğratmasından kuşkuluyuz. Her şeyden önemlisi, coşku ve huzur dolu yaşam döngümüzün kesintiye uğramasından kuşkuluyuz?
Belki de daha çok çekecek acılarımız var. Umarım, ortak bir bilinçle üreteceğimiz çözümler, kısa sürede deva bulur. Tekrar, coşku ve huzur dolu günlerimize geri döneriz.
Çünkü yaşamak umuttur! Yeniden küllerimizden doğmak ümidi ile.
Saygılar, sevgiler sunarım.