YÜREKLE BAKMAK

“Küçük Prens” kitabını iki kez okudum. Sanırım iki-üç defa daha okuyacağım. Altlarını çizdiğim pek çok cümle var. Epigraf olarak seçtiğim cümle, en sevdiğim cümlelerden. “6 Şubat Depremi”ni yaşayıp da sağ kalan hemen hemen herkesin anlattığı veya anlatacağı acıyla, hüzünle, haklı bir öfkeyle yoğrulmuş onlarca, yüzlerce hikâye var. Ben uzun bir süre, “depremle ilgili bir şey […]

“Küçük Prens” kitabını iki kez okudum. Sanırım iki-üç defa daha okuyacağım. Altlarını çizdiğim pek çok cümle var. Epigraf olarak seçtiğim cümle, en sevdiğim cümlelerden.

“6 Şubat Depremi”ni yaşayıp da sağ kalan hemen hemen herkesin anlattığı veya anlatacağı acıyla, hüzünle, haklı bir öfkeyle yoğrulmuş onlarca, yüzlerce hikâye var. Ben uzun bir süre, “depremle ilgili bir şey yazmayacağım,” dedim kendime. Çünkü pek çok kişi gibi maskeli bir depresyon içindeydim; canım hiçbir şey okumak istemiyor, elim de bir şeyler yazmaya gitmiyordu. Ancak bir süre sonra bu tablodan çıkacağımı ve depremin yazdıklarıma sızacağını tahmin ediyordum. Sızdı da.

Depremden beş gün sonra Eskişehir’deydik ailecek. Benim gibi binlerce kişi memleketinden ayrılıp –ve işin gerçeği adeta kovulup–  sağa sola savruldu. Öyle tuhaf bir ruh hali içinde oluyor ki insan… Memleketinizden ayrılıp uzaklaştığınız için pişmanlık duyuyor, kendinizi suçlu hissediyorsunuz. Bırakın suçlu hissetmeyi, ölmeyip yaşadığınız için de neredeyse utanıyorsunuz. Neticede hayatın akışı içinde kendinizden çok, yakınlarınız için dik durmanız ve sağlıklı kalmanız gerekiyor. Bir kere insanın ruhsal durumu bozulduğu için, arkasından organik yakınmalar geliyor. Akıllı ve mantıklı hareket edeyim derken, duygu yoğunluğundan dolayı pek çok yerde satranca göre mat, yumrukoyununa (boks) göre nakavt, güreşe göre tuş oluyorsunuz. Özetle o anki sosyal yaşamdan kopuyor, düşüyorsunuz. Günlük hayatın içinde artık nerede mat, nakavt veya tuş olacağınızı bildiğinizden ona göre hareket ediyorsunuz. Ben artık kendimi iyi tahlil ettiğim için en iyisi susmayı tercih ediyordum, ediyorum. Boğazım ne zaman düğüm düğüm oluyor, tıkanıyorum, gözlerim yanıyor, hüngür hüngür ağlıyorum; hepsini biliyorum artık…

En büyük acıların bile altı ay sonra yavaş yavaş azaldığını bir yerden duymuştum. Bilimsel mi değil mi bilmiyorum ama hayatımda birkaç kez tanık oldum buna. Depremin ve daha sonra yaşananların unutulması mümkün değil. Mezara kadar gidecekler. Acı, hüzün azaldı mı?  Bir nebze.

Eskişehir’in merkezi bir yerinde züngül, lokma ve tulumba tatlısı yapıp satan bir mekân görüyorum. Tatlılardan birini arzuladığım için değil, Antakya’nın benzer bir kokusunu almak, ciğerlerime çekmek için olacak, ayaklarım sürüklüyor. Tatlıların birinde aniden karar kılıyorum ve giriş kapısının hemen önünde duran adama, “Yarım kilo lokma tatlısı, tartabilir misiniz?” diyorum. “Hay, hay,” diyor adam. Tatlıların hepsi, mekânın giriş kapısının solunda, tezgâh üstündeki tepsilerde… Sağ tarafta, camekânlı bir yerde, yere oturmuş iki-üç kadının oklavalarla hamurlarını açtığı yufkalar, saclar, pişmekte olan gözlemeler, pişmiş gözlemeler… Camlarda bir yazı: “Her türlü ‘iç’in gözlemesi yapılır.” Anlamadığımdan ve biraz da merak ettiğimden adama soruyorum: “İçinde çökeleğin ve kırmızıbiber salçasının bulunduğu iç getirsem, gözlemesini yapar mısınız?” Adam bana şaşkın şaşkın baktığı için hemen anlatmaya başlıyorum: “Ben Güneyliyim. Bizim yörede biberli ekmek yapılır. Lakin Anadolu pek bilmediği için bazen ret cevabı alırız fırıncılardan. Yıllar önce Anadolu’da bir yerde, bir fırına biberli ekmek içi götürmüştüm de bir dayak yemediğim kalmış, bol bol fırça yemiştim. Neymiş efendim, benim biberli iç, fırının duvarlarını kırmızıya boyarmış; neymiş efendim, kırmızı renkli için kokusu, pişmekte olan başka ekmeklere sinermiş.” Adam, yarım ağız gülümseyerek, “Kasanın orada Hataylı bir bayan var. O size bilgi verir,” diyerek içeri yolladı beni. Yeni müşterileri de gelmiş, giriş kapısında bekliyorlar; beni içeri veya dışarı postalaması gayet doğal. Verilen bilgiye dayanarak tahmin yürütüyorum; içerde depremzede Hataylı bir kadın var. Boğazım düğümlendi bile. Üç- beş metre ilerledikten sonra, kasanın yanında 35-40 yaşlarında bir kadın görüyorum. Gözlerinden, deprem ile ilgili her şeyi okuyabiliyorum. Dik durmalı, duygulara yenilmemeli, basit ve tane tane konuşmalıyım. “Ben Antakyalıyım. Sanırım siz de Antakyalısınız ve depremden sonra buralara geldiniz,” dedim. Kadının bakışları bir yerlere, ta uzaklara, sanki Eskişehir’den Antakya’ya gitti geldi; gözleri buğulandı, kızardı ve eminim ki yandı : “Evet,” deyip yutkundu sadece. Biliyorum ki konuşsa, duygularına yenik düşecek ve bu diyalogu sürdüremeyecek. “Çökelekli, kırmızıbiber salçalı iç getirsem, yapabilir misiniz?” Ağlamaya aday yüz, bir ayçiçeği gibi açıldı; dudaklarının bir köşesine bir tebessüm oturdu ve ekledi: “Yaparız yapmasına da, Antakya’daki gibi asla olmuyor!” İçimden, “Biliyorum, biliyorum… Bilmez miyim asla olmayacağını!” dedikten sonra, konuşulanları duyan mekânın sahibi veya sorumlusu kadın, arkasından seslendi: “Sen git! Müşterilerle ilgilen!” Hemşerim salonun içine, masalara doğru giderken hem gözleriyle, hem de yüreğiyle bana baktı. Ben de hem gözlerimle, hem de yüreğimle onu takip ettim. İşte o sırada, sabah okuduğum satırlar geldi aklıma. Antoine de Saint- Exupery’nin Küçük Prens kitabında altını çizdiğim sözcükler: “Ama gözler kördür. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir…”

Kitabını çok sevdim Antoine de Saint- Exupery. Çok sevdiğim bu cümlelerine ise katılmıyorum artık. Gözleri kör olmadığı halde bizleri, yani deprem mağdurlarını, gerçekleri görmeyen yığınla insan var. Yüreklerinin bakmasından ise hiç söz etmiyorum çünkü zaten yürekleri yok!

Eskişehir, 22 Eylül 2023

 

Exit mobile version