Sabahattin Yalkın, kentimizin yetiştirdiği saygın, aydın ve sanatçılardan biridir.
1934 doğumludur. İstanbul’da yaşamını sürdürüyor.
Antakya’mızla ilgili şiirlerinin yer aldığı “Çok Dualı Kent” adllı yapıtını dernek olarak basmıştık.
Yapıtın arka kapak yazısında şöyle yazıyor:
“Çok Dualı Kent
Dediğim Antakya
Benim sonsuz okulum, adım
Onurum, varlığımdır.
Antakya’nın o kendine özgü hamurundan çıkmış bir kişinin şiirleridir bunlar.
Yansız olmaya çalıştım. Bir insan olarak benim de kendime göre doğrularım olacaktır şüphesiz…
Seni seviyorum
Antakya/Tanığım güneş”
Sabahattin ağabey’le sık görüşürüz. Antakya’yı konuşuruz, Antakya ile ilgili düşüncelerini anlatır.
Birkaç ay önce hepsi de Antakya’yı farklı yönlerden anlatan 20 kadar yazısını gönderdi bana. Dizgi aşmasında, önümüzdeki ay okurla buluşacak.
Sabahatttin Ağabeyden dün bir ileti aldım. Ardından sohbeti telefonla sürdürdük. Şunları yazıyor iletisinde:
“Edebiyat, daha doğrusu sanat, bu ekonomik daralma döneminde daha da zorlanmaya başladı. Herkes kitap yazmaya başladı. Bence okuma oranı 1955’li yıllara göre çok düştü. O tarihlerde şiir kitapları 2 bin basılıyordu.
Günümüzde beş yüze düştü. Kimsenin okumaya vakti yok gibi…
İstanbul gibi bir kentte toplantılar 10-15 kişiyle yapılıyor. Yine de Antakya’da 50-60 kişi katılıyor toplantılara. Bu sevindirici.”
2003-2004-2005’lerde 500-600 şiirsever katılıyordu bir şiir etkinliğine. Bu sayıyı niçin koruyamadık? Sorgulamak gerek bence.
Şiir Ölüyor mu? “Şiirin öldüğü veya ölmekte olduğu iddiası, zaman zaman ortaya atılır. Ama şiir, her seferinde iddiayı geçersiz kılar. Ölen, yerleşik beğenilerdir; yaşayan ise tazeleyici atılımlardır. Seksen iki yıl önce Ulus gazetesinde yayımlanan “Şiir ölüyor mu?” sorulu ankete verilen cevaplar ve bunların doğurduğu yankı; şaire, şiire ve bunların algısına ilişkin önemli bir uyarandır.”
Antik Yunan’da okumanın iyileştirici etkisi olduğuna inanılırdı. Ben de inanıyorum. Melankolik ruhları temizlemek için aşk şiirleri okuturlardı onlara.
Nazım’ı, Can Yücel’i, Yahya Kemal’i, Cahit Sıtkı’yı, Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı hayatımda ilk defa okuduğum anları hâlâ anımsıyorum. Duyduğum o hazzı… Aşkı, umudu, hüznü kitaplardan öğrendim.
2003 yılında bir grup arkadaşla, İran’ın birkaç kentini içine alan bir gezi düzenlemiştik. Bir akşamüstü, Tebriz’de, güzel bir kafede Tebrizli gençlerle sohbet ediyorduk.
Çocuklarla Türk edebiyatını konuştuk. Pek okumuyorlarmış yazarlarımızı. Bu kez ben, Şehriyar’ı ve onun ölümsüz yapıtı “Heyder Baba”yı sordum. “Şehriyar’ın diyarından/Size selam, size selam getirmişem” dizelerini okudum. Çocuğun biri atılarak, “özüm o üniversitede okurem” demesin mi? Sonra bana bir sürpriz yapıp hemen yanı başımızda, Sakaü’l Islam caddesinde yer alan ve Şehriyar’a ait türbenin de yer aldığı mezarlığa (Makberet-üş Şuera) götürdüler.
Tebriz’e gelenlerin uğramadan geçemediği önemli bir yermiş burası. İran’ın yetiştirdiği yüzlerce şairin ve büyük adamın mezarının bulunduğu bir yere dönüşmüş, saygın birer ziyaret yeri. Günün her saatinde her yaştan insan buraya akın ediyor. Genç kızların ellerinde kameralar, fotoğraf makineleri…
Kısaca yasak savmak için gelmiyor insanlar buraya. Ve güzel olan 24 saat boyunca hoperlörden şiir okunuyor.
Bence dünyayı sanat/debiyat kurtaracak.
YORUMLAR