Ana Sayfa Arama Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya
Uygulamamızı İndir
Garip Turunç

“KURNAZLIK AHLAKI”

Ünlü Fransız sosyolog ve antropolog Gustav Le Bon, 1895 yılında yayınlanan “Kitleler Psikolojisi” adlı eserinde, Fransa’da yaşanan toplumsal ahlak kaybını şu şekilde tarif eder :

“Sınırsız bir bencillik her yerde büyüyor. Bireyin sonunda kendinden başka bir kaygısı kalmıyor. Vicdanlar teslim oluyor, genel ahlak alçalıyor ve yavaş yavaş ölüyor. İnsan kendi üzerindeki tüm kontrolünü kaybediyor. Artık kendini nasıl kontrol edeceğini bilmiyor; kendine nasıl hükmedeceğini bilmeyen de, çok geçmeden başkaları tarafından hükmedilmeye mahkûm edilir.”

 

Uzun zamandır; “Bu ülkede insan malzemesi çürüyor, ahlak ve ahlaki duyarlıklar kayboluyor, toplum vicdanını yitiriyor, kötücüllük yayılıyor,” diye feryat ediyorum. Bu gidişatta ekonomik boğuntunun, çağın değer bunalımının, insan yaşamına değer kazandıran ideallerin, umutların yitirilmesinin payı var kuşkusuz. Ama asıl önemlisi yıllardır siyaset ortamına hâkim kılınan çatışmacı, saldırgan, kötücül dil ve tavır. Toplumumuzu ve insanımızı çürüten virüs o merkezlerden yayılıyor, ancak o virüsü taşıyanlar tecrit edileceğine korunup kollanıyor.

Ahlâkî duyarsızlık sorununun temel sebeplerinden biri, insanın kendini ve haddini bilmemesi, erdemli olmayı ve erdemli yaşamayı hayati bir mesele olarak görmeyip çoğu zaman behimi/şehevi hırs, arzu ve tutkulara rıza göstermekten imtina etmemesidir. Bu noktada varlık kazanan gayr-i ahlaki tutum ve davranışlar ateistinden dindarına kadar en geniş yelpazede temsil imkânı bulabilir. Çünkü buradaki sorun en genel manada insanın kendini bilmeme, kendine gelmeme sorunudur. Bu müzmin sorunun çözümü ise Hacı Bayram Veli’nin şu dizelerinde ifadesini bulur: “Bilmek istersen seni, can içre ara canı. Geç canından bul anı, sen seni bil, sen seni. Kim bildi ef’alini, ol bildi sıfatını. Anda gördü zatını, sen seni bil, sen seni… BAYRAM özünü bildi, bileni anda buldu. Bulan ol kendi oldu, sen seni bil, sen seni…”

***

Piyasaya, tüketime, hiçliğe, hazza, modaya, narsizme, köleliğin özgürlük sayıldığı bir dünyada yaşıyoruz. Kendimizi İslami bir topluma nispet ediyoruz, ancak, İslam hiçbir şekilde hukuka, siyasal/ekonomik/toplumsal düzene yansıtılamıyor. Her durumda siyaset tarihle birlikte hareket eder. Bağımsız bir siyasal irade ortaya koyamayan toplumumuz, bu nedenle bugünün korkunç tarihinin kötülüklerine bağımlı hale gelmiştir. Etkin siyaset üretemeyen toplumumuz, sonu belirsiz siyasal süreçlerle ve stratejik belirsizliklerle sınanıyor. Toplumumuzda adalet ilkesinin yerini maalesef koltuk istikrar ihtiyacı almıştır. Toplumumuz adalete yabancılaştığı gibi, toplumsal bünye de, büyük çelişkilerle yaralanıyor. Sahip olanlarla, olmayanlar arasındaki mesafe büyüyor. Sahip olanların kibri yüzünden, görgüsüzlükleri, kabalıkları yüzünden kendilerine ulaşamıyoruz.

Eskiden, “Ahlâklı olmak için dine ihtiyaç yok” diyen seküler çevrelere karşı dinsiz bir ahlâkın olamayacağını savunulurdu. Gariptir ki şimdi de, “Dindar olmak için ahlâka ihtiyaç yok” anlamına gelen bir “müslümanlık” anlayışına; iyi müslüman olmayı kılık kıyafete, modern hayata, formel ibadetlere, bazen de siyasi aidiyetlere indirgeyen zihniyete karşı ahlâksız dindarlık olamayacağını savunmak durumunda kaldık.

Ahlak, bilindiği gibi, doğruluk, dürüstlük ve erdemin bütünlüğüdür. Bu değerlerin, ülke yönetiminden başlayarak aşırı derecede aşınması sonucu oluşan ortamın toplumsal yaralar açması kaçınılmazdır. Hukukta yaşanan olumsuzlukların, vicdani duyarlılık eksikliğinin beslediği “başı öne eğik” ahlak yıkımı, düşünce yaşamından vurgunculuk üzeyinde finanans ve ekonomiye, devlet kurumlarından iş dünyasına, futboldan sinamaya, basın-yayından üniversiteye, sosyal fenomenlerinden adalete, toplumsal yapının tamamını bir ahtapot gibi sarıyor. Özellikle kamu ihaleleri, kamuya ait doğal kaynakların ve tesislerin yağma edilircesine satışı, kamuda işe almalarda sergilenen yandaş yaklaşımı, son zamanlarda yeni boyutlar kazanıyor.

***

İslamcılar iktidarın sunduğu geniş dünyevî nimetler karşısında ruhen çok donanımsız yakalandılar. Daha doğrusu nefis karşısında tasavvufî ya da irfanî geleneğe dayalı erdem ve ruhsal fazilet merkezli korunma sistemleri yetersizdi. Üstelik manipüle edebilecekleri finans kapitalin büyüklüğü karşısında adeta şoka girdiler. Halk tabiriyle ne oldum delisi oldular ve züccaciye dükkânına giren fil misali, yıktılar kadim değerleri eylediler viran.

Güç, kuvvet, ihtiras, kibir, makam, mansıp, şöhret, para, zenginlik, yatlar, katlar, lüks tüketim, lüks dekorasyon, saraylar, yazlıklar, kışlıklar, arabalar, uçaklar gibi büyük hazlar, büyük zevkler karşısında ayakta durabilecek gücü gösteremeyip, materyalist dünyanın nimetlerine kapandılar.

Aslında devletin bu sınırsız imkânları sağlayan bir enstrüman olma işlevini değiştirme vaadinde bulundular ve iktidara geldiler. Fakat devletin enstrümanları onları değiştirdi. Özel sektör-devlet ve rant kaynaşmasını, derin devlet-medya ortaklığını, devletin emeksiz ve haksız kazanç kapısı olmasını (ve de rüşvet kapısı olmasını) bitirmeleri bekleniyordu [Hatırlayalım; AKP 3 Y ile (Yolsuzluk, Yoksulluk ve Yasaklar) iktidara geldi]. Ama iktidar onları bitirdi.

Nefis ve Enaniyet (Bencillik) galip geldi. Ene büyük bir gayya ve girdap oldu onlar için. Kibirle “Siz kim oluyorsunuz” çığırtkanlığı başladı. Şarkın dingin irfanî teyakkuz yaklaşımının yerine geleneksel baskıcılığını ve otoriterliğini “siyaset etme biçimi” olarak benimsediler. Devlet ekonomik rantın en büyük kaynağı olarak görüldü.

Bu nedenle devletin istek ve arzular dünyasını kışkırtan cazibedârlığı karşısında ahlakî/vicdanî açıdan çabucak yenik düştüler ve gittikçe halktan uzaklaşan devlet kurgusuyla seçkinler sınıfına girmekte tereddüt etmediler.

***

Bütün bunları niye yazdım?  Binlerce insanımızın kaybına neden 6 Șubat Asırlık depreminden sonra “Türkiye Tek Yürek” kampanyasında bütün TV’lerin ortak yayınına bağlanarak “İçimiz kan ağlıyor, yüreyimiz damlıyor” diyerek 10 milyon, 20 milyon, 50 milyon, 100 milyon, 500 milyon lira bağışladıklarını söyliyerek esip gürleyen ama söz verdiği parayı yatırmayan şovculara dikkatleri çekmek için.

CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer konuyu İçişleri Bakanı’na sormuş. Bakan Ali Yerlikaya’nın verdiği cevaptan çıkan sonuca göre taahhüt edilen 115 milyar liranın 30 milyar liralık kısmı – aradan 10 aydan fazla bir zaman geçmesine rağmen – hâlâ ödenmemiş durumda. “Kampanya kapsamında Merkez Bankası 30 milyar, Zırat Bakası 20 milyar, Vakıfbank 12 milyar, Halkbank 7 milyar lira sözü verdiğini anımsatan Gürer, “Zaten adı geçen 4 kamu bankasının verdiği bağış yaklaşık 70 milyar lirayı buluyor. Ayrıca Cengiz Holding 2,6 milyar lira, Türkcell 3,5 milyar lira, Borsa İstanbul da 2 milyar lira bağış sözü vermişti. Bu 3 kurumun bağış miktarı da 8 milyar lirayı buluyor. Kamu bankalarının verdiği bağış miktarının üstüne bu 3 kurumun verdiği 8 milyar lirayı eklediğinizde de zatan toplanan 85 milyara yakın bir rakam ortaya çıkıyor. Toplanan miktiarın 85 milyar lira olduğu düşünüldüğünde demek ki bağış sözü veren çok sayıda kurum, kuruluş ve kişi verdiıği bağış sözünü yerine getirmemiş” ifadelerini kullandı.

Parayı yatırmayanlarla ilgili en ufak bir bilgi sızıntısı bile olmadığına göre bunların AKP yeni zenginleri olduğunu rahatça söyleyebiliz. İktidar için çok önemli isimler olmalılar, bu kadar korunduklarına göre. Kaç kişidir bunlar, 3 kişi mi, 5 kişi mi, 10 kişi mi?

Bakan Yerlikaya taahütte bulunmuş olmakla birlikte bağışları henüz yapmayan kişi ve kurulşların tespitinin yapıldığını ve bağışların tamlanması için iletişim sürecinin devam ettiğini vurgulamış.

Rezalete bakar mısınız ? Bir sürü sözde zengin sırf reklam için “vicdan sömürüsü” yapıyor ama sıra parayı vermeye gelince yan çiziyor.

Bu aynı zamanda Siyasi İslamcı ideolojide yaşananan büyük ahlakî çöküşünün de bir fotoğrafı.

***

Burada yaşanan sorunun temel sebeplerden biri, dinî alan da dâhil olmak üzere ahlak ve ahlaki davranışın çıkar ve menfaat hesabına dayandırılmasıdır. Şayet mümin insanın Allah’la ilişkisinde ve O’nun buyruklarına uyma gayretinde temel veya belirleyici unsur, azap endişesi ve mükâfat beklentisi ise, burada söz konusu olan din referanslı ahlakın ancak sonuç odaklı, yani çıkarcı ve faydacı bir ahlak olduğuna hükmedilebilir. Bu tür bir ahlak, Tanrı’yı kandırma teşebbüsü olarak “kurnazlık ahlakı” diye de tanımlanabilir.

Bu bağlamda alternatif olarak deontolojik ahlak nazariyesinden kısaca söz etmek gerekir. Alman filozof Kant der ki “saf pratik akıl (irade) kendiliğinden kayıtsız şartsız ahlaki ilkeyi/yükümlülüğü (kategorik imperatif) üretebilir ve ona tabi olabilir”. Ancak, “Türkiye Tek Yürek” kampanyasında bütün TV’lerin ortak yayınına bağlanarak söz verdiği parayı yatırmayanların vakasında görüldüğü gibi, insan aklı ve vicdanı kayıtsız şartsız ahlaki ilkeyi kendiliğinden üretmediği ve ona uymadığı sürece birtakım kurnazlıklar ve şahsi çıkarlar eşliğinde sahte ahlaki imajlar ve illüzyonlar oluşturabiliyor.

Bir ahlâkî eylemi salt ahlâkî imaj ya da illüzyon olmaktan çıkarabilecek şey, her şeyden önce insan iradesinin hiçbir kayıt ve şart tanımaksızın salt ahlâkî olanı istemesidir. Bununla birlikte en masum ahlâkî ilkelerin beşeri kurnazlıklar ve dizginlenemez tutkular neticesinde çıkar/fayda ahlakına dönüştürülmesi, birtakım kişisel isteklerin ahlâkîlik kisvesiyle meşrulaştırılması ve sonunda ahlakın bir tür manipülasyon aracına dönüşmesi de her zaman mümkün ve muhtemeldir. Bağış kampanyasında söz verdiği parayı yatırmayanların olayında da yaşan bu olsa gerek…

Pof. Dr. Garip Turunç – Bordeaux (Fransa) Üniversitesi ve İstanbul Galatasay Üniversitesi Em. Öğt. Üy.

Bordeaux, Cumartesi 16 Aralık 2023

YORUMLAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SON HABERLER